9 Aralık 2017 Cumartesi

DÜŞ ÖLÜMÜ

“Yeni bir Aşk doğar gökyüzünde, her ölen Aşk’ın yerine... Ölüm ilk danstır ebedi... Daha fazla özgürlük yok...”
John PETRUCCI (Dream Theater)

“Images And Words” albümü “Metropolis” şarkısının sözlerinden (1992)



21.Kasım.2014

Saat sabahın 3’ü, az önce ne gördüğümü hatırlayamadığım bir kabusla uyandım. Uykum kaçtı ve bilgisayarımı kurcalıyorum. Aylar önce beni hayatından çıkarmıştın. Artık seni hiç göremezken az önce o hayran olduğum vampirimsi beyaz teninle birlikte bir facebook gönderisinde gördüm şimdi. Gecenin ortası ve zen uykum bölündü. Yarın yoğun bir gün olacak ve o günü yorgun geçirmemek için uykuya geri dönmeliyim.

Uyuyamıyorum. Az önce tesadüfen bir başkasının gönderisinde karşıma çıktın ve şimdi aklımdan silinen kötü rüyayı bile hatırlamaya çalışmaktan vazgeçip sadece seni düşünüyorum. Kurtulmalıyım hemen senden. Ne güzel hiç aklıma getirmiyordum seni. Neden o kabusu görüp uyandım ve kalkıp bilgisayarı açtım ki? Gerçi açmasam telefonumu kurcalardım ve yine çıkardı o facebook gönderisi karşıma. Keşke hiç uyanmasaydım. Yatağımın üstünde oturdum şu an ve nefes alıyorum. “Korkmuyorum” dedim yüksek sesle. Evin kedisi de uykusundan zıplayıp yanıma geldi yüksek ses tonumu duyunca. Bu benim dünyam ve senin onun içinde olmamana er ya da geç alışacağım. Tekrar uzandım ve telefonumdan youtube’u açtım. Belki sen şu an mışıl mışıl uyuyorsun. Bu şarkıyı sana gönderiyorum. Bullet For My Valentine’in “Tears Don’t Fall” parçası. Adamlar ne güzel şarkı yazmışlar...

“Zihnimdeki görüntülerin yavaşça yok oluyor... Dünyam bir kez daha bitti...”
Matthew LUCK (Bullet For My Valentine)
“The Poison” albümü “Tears Don’t Fall” şarkısının sözlerinden (2005)

Bu şarkıyı dinlerken aklımdan o kadar çok şey geçiyor ki; o karmaşık düşünceleri toplayamıyorum ama özetle, umarım düşlerim ölür ve onları bir daha görmem. Artık o düşlerin en küçük kırıntısında bile olmana dayanamıyorum. Tanrı seni bir kez karşıma çıkardı. Lütfen aklımdan da silsin.


16.Ocak.2015,

Kafa dağıtmak için İstanbuldaydım. Avrupa basketboluınu çok seviyorum. Efes’in EuroLeague maçındaydım dün. CSKA Moskova’ya yenildik. Maçı kaybettik ama ben güzel anılarla dönüyorum. Dağılmadan önce ki Yugoslavya basketbolunun dünyaya hükmettiği yılların yaratıcısı baş antrenörümüz Sırp koç Dusan Ivkoviç ile fotoğraf çektirip, kısa da olsa sohbet etme şansı yakaladım. Bunların hepsi çok güzel ve anlamlı. Senin hayatımda olmadığın 1 yılı aşkın süre boyunca bu kıymetli anları daha çok yaşama şansım olsaydı sanırım bunca zaman beklemeden daha iyi hissedebilirdim. Birkaç günlük eğlence ve Avrupa basketbolu heyecanı şu an bitti. Havaalanında dönüşü bekliyorum. Aklımdan bir bir geçiyor eski zamanlar ve yaşadığım şehire döndüğümde tüm o pandomimin beni bekliyor olması. Bu yolculukta biraz düşündüm. Mantıklı düşünebiliyorum ama sadece kalbim bazen aklımı kurcalayabiliyor. Sanırım seni artık düşüncelerimde yaşatmaktan vazgeçmeme çok az kaldı. Sadece hep iyi günleri hatırlıyorum. Çünkü hepsi iyi günlerdi.

Bazen duygusuz ve düşüncesiz bir insan olsaydım keşke diyorum. O zaman ne seni ne de günlük hayatta sorun olarak görüğüm hiçbir şeyi kafama takmazdım. Aslında seni aklımdan çıkarmak için soğuk ve karanlık bir kalbe sahip olmama gerek yok. Zaman zaman öyle biri olmuş olmayı dilesem de artık düşüncesiz bir insan olmayı ummuyorum. Üstünden çok zaman geçti ve artık yaşamıma girmiş sıradan insanlardan bir farkın kalmadı. Soğuk ve karanlık biri olarak seni görmezden gelmektense, tamamen olduğum kişi olarak bunu yapmak daha onurlu bir hareket olacak. Hayat benim için devam edecek, yaşamım boyunca yapacağım her şey bundan sonra sen aklımı kurcalamadan daha özgür bir şekilde ve olması gereken en mükemmel haliyle olacak. Niye bunları düşünüyorum ki? Dün harika bir gün geçirdim. Avrupanın en iyi basketbol oyuncularını izledim. Onlarla tanıştım ve şimdi eve dönüyorum. Mükemmel bir hayatım var.


20.Şubat.2016

Dudaklarının tadını, dilinin dokunuşunu ve teninin kokusunu özledim. Zihnimdeki bu düş tiyatrosu gecenin bu saatinde şeytanları çağırdı ve aklımı oynatmak üzereyim. Tüm bu hazzı bir kenara bırakırsak; seni tanımış olmak hiç iyi birşey değildi. Seni tanımak ancak bu kadar evrensel bir zarar verebilirdi. Doğu Yücel “Hayalet Kitap” adlı kitabının açılış cümlesinde “Bu kitap Platonik Aşıklar Krallığının asil vatandaşlarına adanmıştır.” diye başlamıştı hikayesine. Platonik Aşıklar Krallığı ya da Karanlıklar Ülkesi; şu an bulunduğum yer neresi ise artık oradan göç etme vaktim çoktan geldi. Gitmeden önce son birşey; kötü bir adam olmama gerek kalmadan sana olan bu kör tutkumu aşmayı başarabildim. İyi ya da kötü ne şekilde bitmiş olursa olsun; sen olmasaydın bunu yapamazdım. Kötü biri değilim, o yüzden herşey için teşekkürler. Etrafında hep mutluluklar olsun yüzü cennet, kolları demir parmaklıklardan olan bayan. Her zaman iyi ol ama benden uzakta iyi ol. Hoşçakal Karanlıklar Ülkesinin eski kraliçesi. Artık seni hatırlamak bile istemiyorum.


8.12.2017

Ateşim 39 derece. Sadece vücudum değil, yatağımın etrafı da alevler içinde sanki. İnsan hasta yatağında ateşler içinde yatarken halisünasyon görür derlerdi de inanmazdım. Nerdeyse 1 yıldan fazladır seni belki de aklıma bile getirmezken, ya da getirdiğim halde o anları hatırlamazken, şimdi saniyelerce karşımda durdun. Yine o vampirimsi beyazlık.

Pazartesi günü doktora gideceğim. Yüksek ateş için değil. Senden nasıl kurtulabilirim onu öğrenmek için.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

23 Temmuz 2017 Pazar

KARANLIK GÜNDÜZ DÜŞLERİ

İLK NOT: İki yıl önce, iki kez kısa hikaye-deneme yazıları yazmıştım. Bu yazı üçüncü denemem oldu. Öncekilerine aşağıda bulunan linklerden ulaşabilirsiniz.

“Karanlıklar Ülkesinin Kraliçesi”

“Tek Bir Vazgeçiş”
http://ocelik7.blogspot.com.tr/2015/08/tek-bir-vazgecis.html


KARANLIK GÜNDÜZ DÜŞLERİ

Her yerdesin, yine de seni göremiyorum. Çevremdesin, yine de seninle hiç karşılaşmadım. Hiç tanışmadığım halde; seni kendi gözümde herkesin önüne koymak istiyorum. Ne kadar çok istesem de yapamıyorum. Çünkü yoksun. Kimsin sen? Nasıl bir şizofrenik düşünceler topluluğunun içine attın beni, hiç var olmadığın halde. Bu anlamsızlık nasıl bir trajedidir? Basit bir hayatı olan basit bir insanı gerçekle yüzleştirmekten kaçınan.


Bir gündüz düşü gördüm. Sen vardın. Bana birşey söyleyecektin ama gittin ve ben uyandım. Bilinçaltım beni hiç gitmek istemediğim yerlere sürüklüyor. Senden alamadığım cevapları bir kenara bıraktım. Sadece seninle konuşmak istiyorum. Seninle konuşabilmek; kalbimde üstün bir sevgi ile yaşatabileceğim gerçekliğe günlük hayatta kavuşmak. Sen bir gerçek olsan, öyle şeyler anlatırdım ki sana; hiç yanımdan ayrılmak istemezdin. Evet o kadar iddialıyım. Benimle sohbet etmek hoşuna giderdi. Sanat üzerine, müzik üzerine, kitaplar üzerine, aşk üzerine. Çünkü bunların hepsini sende görüyorum. Bütün bu değerlerin yaşamıma kattığı heyecan sen de birleşiyor. Sen hepsine sahipsin.


Edgar Allan Poe’nun şiir kitabına göz gezdirdim az önce. Bütün şiirlerini defalarca okuduğum halde hep bir kaçış yolu olarak görürüm onun yazdıklarını. Kendi karanlığımda kaybolmuşken, onun karanlığında çıkış yolu ararım. Bazen yaptığı şeyleri yaparım. Uykuya dalmadan önce gördüğü düşleri yazarmış. Ben uykuya dalmadan önce seni görebilmek için bilinçaltımın bir kölesi oldum. Eğer rüyamda görürsem uyanınca hatırlayamayabilirim. Uykuya dalmadan önce yakalamalıyım seni. Yine o anlardan birini yaşıyorum. Uyumak üzereyim ve tatlı bir sessizlik var. Dışarıdan geçen arabaların sesleri artık yavaş yavaş kayboluyor ve ben seni görmek üzereyim. Yani en azından o an düşlediğim şey bu. Ancak cep telefonumu tamamen unuttum. Gelen mesaj sesiyle, uykuya teslim olmadan önceki o halim kayboluyor. İş arkadaşım mesaj atmış. Linkin Park’ın solisti Chester Bennington intihar ederek yaşamını kaybetmiş. Yıllardır playlistimden hiç eksik olmayan gruplardan biri. Numb, Breaking The Habit ve In The End mutlaka hep çalar kulaklıklarımda ya da bilgisayarımda. Geceleri uyumadan önce, gündüzleri de işe giderken hep dinlediğim insanlardan biri yok artık. Tolkien’in bir sözü aklıma geliyor; “Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki?” seni görmek istiyordum ama bu haberle uykum açılıyor ve yatağımdan kalkıyorum. Sosyal ağlar bu intihar haberiyle çalkalanıyor. Üzüldüm bu habere. Hemen Linkin Park’ın videolarını açtım. 2011 MTV konserinden In The End’i izlerken bir bira aldım buzdolabından ve Chester için içtim.


Yeni bir gün başladı. Bugün de gece olacak ve bitecek. Yarın tekrar uyanacağız ve aynı şeyleri yapıp hayatımıza devam edeceğiz. Şanslıysak haftanın 1 günü conformist bir düzen içinden çıkıp kendimizi mutlu eden şeyleri yapmak için vakit bulacağız ya da bulamayacağız. Bulsakta, bulamasakta, geçen her günün, yaşanılan her anın bir anlamı olması için amaç, yuva, sığınak, huzur ve kendimizle birlikte tek bir parça olarak gördüğümüz bir insanın hayatımızda bulunması gerekiyor öyle değil mi? O insanlar benim hayatımdan gittiler. Şimdi düşünüyorum; o insanlar aslında o insanlar değillerdi. Beklentiyi yüksek tutmak tabi ki çok bencilce ama ben öyle görmüyorum. Çünkü o insanların hayatımdan gitmelerini ben istemedim.


Melankolik travmadan kurtulmak ve bu sayede somurtmamak için elimden geleni yapıyorum. Bir yandan Chester’ın intiharı ile düşüncelerime konuk olmasını istemezdim. Keşke yaşamına devam etseydi ve ondan hiç bahsetmeseydim. Şu an yaşamıma ve senin yokluğuna ait tüm pandomimleri düşünürken Linkin Park’tan “Leave Out All The Rest” çalıyor. Ben de ölmeden seni tanımak istiyorum. Artık zamanı geldi. Şimdiye kadar çekilmiş tüm romantik filmlerin, yazılmış tüm duygusal best sellerların ve belki çok iddialı olacak ama hayatıma değerler katıp, yaşamıma dokunmuş, hislerimde iz bırakmış tüm eşsiz notalara ait müziklerin senin yanında bir adım geride kalacağı o efsanevi anı yaşamak istiyorum. Gözlerine baktığım her an; adeta The Beatles’ı ilk kez dinlediğim zaman gibi kalbimin ve aklımın coşmasını istiyorum. Bir insanın soyut olarak bundan daha büyük başka ne hayali olabilir ki?


Düşlerimde resmettiğim, Dream Theater’ın bazı şarkılarında zihnimde beliren, Linklater’ın “Before..” üçlemesinde zamanının ötesini yaşatan, hiç tanışmadığım halde gece yatağıma başımı koyup gözlerimi kapattığım her an gördüğüm ve varlığını tarif edemediğim melek; artık bir insana ait olan yaşam formuna bürün ve bana kendini göster. Bu mucizeyi hak ettiğime inanıyorum. Çünkü sen olmadan geçen her travmatik günü eğlenceye çevirmeye çalışırken yaşadığım sahte hayattan bıktım. Seni istiyorum. Seni yaşamımda istiyorum. Gel artık.


OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

12 Haziran 2017 Pazartesi

POZİTİF ZAMAN KAPSÜLÜ

Yaz mevsiminin sıcak günlerinden birinde, eski çalıştığım iş yerinde otururken İngiliz bir aile içeri girdi. Çekirdek bir aile. Anne, baba, erkek kardeş, kız kardeş. Adamın adı Peter’dı. Bu karşılaşmanın üstünden yaklaşık 3 yıl geçtiği için diğerlerinin isimlerini şu an anımsayamıyorum. Tanıştık ve sohbet ediyorduk. Peter sürekli bana İzmir’i ve Türk insanını öven sözler söylüyordu.

“Kumru ve boyoz yedik, çok lezzetliydiler.”

“Burada herkes çok iyi İngilizce konuşuyor. Dünyanın birçok yerine gittik kimse ile anlaşamadık ama buradaki herkes İngilizce biliyor.”

“İnsanlar çok kibar.”

“Kemeraltı çok güzel, Çeşme çok güzel”

“Burada çok büyük bir tarih var. Çok etkilendik.”

vs. vs. derken onun söylediklerini dinledikten sonra ona tek bir cümle ile cevap verdim.

“Sizin de The Beatles’ınız var.”


Çok şaşırdı. Ailesi de onunla beraber gülümsedi ve “waoovv vay” gibi tepkiler verdiler ve ardından Peter bana tatile gittikleri tüm ülkelerde birinden duyduğu en güzel sözün bu olduğunu söyledi. Enteresan bir andı. Ülkem ve yaşadığım şehir için duyduğum güzel sözlere karşılık vermek istemiştim. Aklıma İngiltere ile ilgili gelen ilk ve tek şey The Beatles olmuştu. Sanırım onlar için de unutamayacakları bir sohbet olmuştu o an.




Bazı şeyler değişir ama her şey değişmez. Bazen birileri hayatınızda bazı şeyleri değiştirebilir ve o değişenler de sizin için her şey olabilir. Bugün yetişkin bir adamken; ilkokul yıllarımdaki  coşkulu çocuk kişiliğimin halen benimle birlikte olduğunu hissedebiliyorum. Kim ne derse desin bence bu hayata tutunmak için müthiş bir neden. Son 11 yıldır tek düze bir hayat sürüyorum. Bu tek düzeliği ise tamamen zevk aldığım detayları başından sonuna kadar aynı heyecanla yaşayarak kendim için en kaliteli zamanlara çevirebiliyorum.



Detaylar aslında fazla değil; basketbola aşığım, hard rock ve onun türevi olan müziklerin büyük bir hayranıyım. Headliner grupların konser duyuruları 5-6 ay öncesinden yapılıyor ve satışa çıktığı ilk günlerde konser biletimi alıyorum. Eğer konser İzmir’ de değilse İstanbul’a yapacağım yolculuğun ve o konserin heyecanı daha o günlerde başlıyor. İzmir’de yaşıyorum ama İstanbul’u da İzmir kadar çok seviyorum. Dünyaca ünlü tüm grupların ülkemizde ilk ve çoğunlukla tek uğradıkları şehir İstanbul oluyor. Ayrıca İstanbul, Avrupa basketbolunun kalbinin attığı şehir. Fırsat bulduğum her an, havaalanlarında geçirdiğim yorgunluğu hiçe sayarak Anadolu Efes’in birçok Euroleague maçına gidiyorum. Tüm bu konserler ve Euroleague maçları benim için birer aktiviteden öte ömürlük anılar biriktirdiğim kültür ve yaşam olayları haline geliyor. Ben bu bakış açısıyla yaklaştığım sürece de böyle devam edecek. Bu yüzden o coşkuyu kaybetmemek ve içinizde bir çocuk olduğunu hissetmek her zaman size hayatta yaptığınız her şeyden daha çok zevk almanızı sağlayacaktır. Iron Maiden, Metallica ve Anthrax’ı  canlı izledim hatta Anthrax ile tanıştım. Blind Guardian’ı 2 kere izledim ve onlarla da tanıştım hatta gittiğim 2. konserlerinden önce onlarla tekrar görüşebilme fırsatım oldu. Tek kelimeyle olağanüstüydü. Efes’in maçlarına kaç kez gittiğimi hatırlamıyorum. Euroleague’de onların sayesinde CSKA Moskova, Baskonia, EA7 Milano, Olympiakos takımlarını izleyebildim. Birçok oyuncu ve coach ile tanışıp hatıra fotoğrafı çektirebildim. O fotoğraflarda zamanı durdurduk ve hayatım boyunca saklayacağım somut birer anı elde ettim. Daha güzel olan şeyse; o fotoğrafların çekildiği her anı aynı heyecanla hatırlıyorum. Mükemmel bir duygu.



Tatil zamanları haricinde basit bir çalışanım. Yukarıda da bahsettiğim gibi 11 yıldır tekdüze devam eden bir iş yaşamı. 10 yıllık gözlük satıcılığı ve optik kariyerinin ardından son 1 yıldır aile şirketinde çalışıyorum. Kedimle beraber yaşıyorum. Kültürel ve spor aktiviteler haricinde arkadaşlarımla yaptığım her şey benim için en az o konserler ve Euroleague maçları kadar kıymetlidir. Bu hayatta ki en iyi dostarım, bana kendi öz kardeşim kadar yakın olan arkadaşlarım Aşkın, Kaan ve Engin ile her yaz birlikte tatile çıkarız. Bu yaptığımız tatillerde şimdiye kadar ömrümüzün sonuna kadar gülümseyerek ve kahkahalarla hatırlayacağımız sayısız anılarımız oldu. Ne güzeldir ki; her yıl bir öncekinden daha güzel geçiyor. Yıllar ilerledikçe gerek iş yaşamımız gerekse özel yaşamımızda edindiğimiz sorumluluklarımız çoğalıyor. Herkesin hayatı bu şekilde ilerler. Bu yüzden kendinize ayırdığınız tatil zamanlarınızda dostlarınızla beraber eğlendiğiniz günlerin benzersiz bir tadı vardır. South Park’tan örnek vermek gerekirse Aşkın grubumuzun Eric Cartman’ı gibidir. Her türlü fikir ayrılığını kendi lehine çeviren aksi ama sevimli bir birey. Kaan ile ben Geleceğe Dönüş’te ki Dr. Emmet Brown ve Marty McFly olabiliriz. Örneğin; akşam saat 8 ve dışarıda fırtınalı bir hava var. O an çıkıp sinemaya gitmek istiyorum. Programa bakıyorum en yakın seans yarım saat sonra. Kaan’ı arıyorum ve hadi sinemaya gidelim diyorum. Sorgusuz sualsiz hemen tamam diyor ve çıkıp film izliyoruz. Sizin de hemen hemen her anınızda sizi hiç yalnız bırakmayacak ve sizin de yalnız bırakmadığınız Dr. Brown ve Marty gibi olduğunuz dostluklarınız vardır. Engin ise Yüzüklerin Efendisinde ki Samwise Gamgee gibidir. O da hiçbir zaman bizi yarı yolda bırakmaz. Eğer hayatınızda yıllardır süren böyle arkadaşlıklar kurduysanız yaşamınız boyunca hiç yalnız kalmazsınız ve kimse, hiçbir şey size zarar veremez. Kaan, Aşkın ve Engin gibi dostlarım olduğu için çok şanslıyım.


Birkaç gün önce Bodrum’dan döndük. Birlikte her zaman olduğu gibi harika bir tatil yaptık. Bodrum’da yeni bir arkadaş edindik. İstanbul’da yaşayan ve henüz tanışmamızın ardından 1 hafta geçmesine rağmen adeta yıllardır bizim aramızdaymış gibi olan ve bizden biri gibi dostluğunu hissettiren Aslıhan’ı tanımış olmak son tatilimizin en güzel ayrıntısı oldu. Basketbol ve daha birçok ortak noktamız bulunan yeni dostumuzla önümüzde ki sezon birçok Euroleauge maçında Avrupa basketbolunun coşkusunu yaşayacağız ve tatilde ki eğlenceli günleri yeniden tekrarlamak için planlar yapacağız. Dostlarınızla geçirdiğiniz her eğlenceli gün yaşamınızın en kıymetli anlarıdır. 11 yıldır tanıdığım can dostlarımla gittiğimiz son tatil şimdiye kadar en çok eğlendiğimiz tatil oldu. Halen etkisi sürdüğü için ve onların dostluğuyla hayatımın gerçekten bir anlamı olduğundan, 4 yıldır sürdürdüğüm bu blog serüveninde onlara da bir yer vermek zorundaydım. Daha iyi bir zaman olamazdı. Genellikle yaz aylarında buraya yazı yazmam ama en iyi arkadaşlarım benim için her zaman birer ayrıcalıktır. İyi ki varlar. Yukarıda da bahsettiğim gibi her yıl bir önceki tatilimizden daha güzel geçiyor. Bu yaz biz çıtayı oldukça yükselttik. Bundan sonrası nasıl olur bilemiyorum.



Şu an tatilden sonra eski rutinime dönmüşken bu satırları yazmak Bodrum’da ki eğlenceyi yeniden aklıma getiriyor. Açıkçası her tatilden sonra eski iş düzenine alışmak gerçekten çok zor. Yazının başında eski bir anı ile giriş yapmıştım. Bitirirken de 3 gün önce Bodrum’da tatil yaptığımız otelden ayrıldıktan sonra yaşadığımız bir olaydan bahsederek sonlandırmak istiyorum bu yazıyı.


Tatil yaptığımız otel Türkbükündeydi. Kaan’ın arabasıyla gelmiştik. Otele giden bir çok karışık köy yolu vardı. Küçük ve şehrin dışında çok trafik akışı olmayan yollardı. Navigasyon kullanımı, adres sorma vs. derken planladığımız saatten 1 saat geç olacak şekilde otele ulaşmıştık. Tatilin ardından Türkbükünden Bodrum’a, oradan da İzmir otoyoluna giderken tekrar yanlış yollara girme ihtimalimiz olduğunu biliyorduk. Otelden geç saatte ayrılmıştık ve nitekim tahmin ettiğimiz gibi oldu. Bir sitenin bulunduğu çıkmaz sokağa girmiştik. Sitenin güvenliği çok ters yerde olduğumuzu söyledi. Geldiğimiz yolu geri dönerken tek elleriyle büyük bir tüpü taşıyan iki tane yaşlı amca yanımızdan geçiyordu. Kaan arabayı durdurdu ve onlara İzmir otoyoluna nasıl çıkacağımızı sordu. Ellerinde ki tüpü yere bırakmadan amcanın biri bize yolu tarif etmeye başladı. Cümleleri kurarken adamcağızın dilinden ve yüreğinden adeta şefkat akıyordu. Yolu anlatırken sürekli bize

“Burdan gidin evlatlarım.. sonra sola dönün evladım.. oğlum, canım vs.”

şeklinde hitap ediyordu. O ellerinde ki kocaman tüpü bırakmadan bize anlattıkça içim gidiyordu. Adam elinde tüple bize yol tarifi yapıyor ve daha da yoruluyor diye düşünürken, o şefkat dolu yardımseverliği ve yüzünde ki gülümsemesiyle birlikte yorgunluğunun onu bir an bile rahatsız etmediğini hissettim. Giderken Kaan’a

“Dikkatli sürün evladım.” dedi.

O müthiş sohbetten sonra kendimi çok enerjik hissettim. O an sohbet ettiğimiz o amcanın da bu blog da yer alacağına karar vermiştim. Arkadaşlarımla geçirdiğim nefis tatil, o tatil de Aslıhan ile tanışıp müthiş bir dostluk kurmamız, tatil de geçirdiğimiz eğlenceli zamanlar, tatil dönüşü dünyanın en iyi yürekli insanlarından biriyle yollarımızın kesişmesi ve onun bize evimize gideceğimiz yolu tarif etmesi günlük yaşamda çoğu zaman karşımıza çıkan güzel tesadüfler değil. Tüm bunları yaşadıktan sonra hissettiğim şey daha güzeldi. Arkadaşlarım ve ben son 4 gün boyunca dünya üzerinde ki en doğru yerdeydik. Çünkü başka nerede olursak olalım bu kadar iyi vakit geçirebileceğimizi düşünmüyorum. Şimdiye kadar ki en güzel tatilimizdi. Tüm güzel anıların üstüne yepyenilerini ve daha iyilerini koyduk. Yaz bitmeden bir kez daha tekrarlamak istiyoruz.


Sevgi, şefkat, iyilik, yardımseverlik vb. gibi günümüz toplumunun çoğunlukla kaybettiği insani değerlerin her zaman çevrenizde olması dileklerimle, herkese iyi yazlar, iyi tatiller.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

22 Mayıs 2017 Pazartesi

YUGOSLAVYA

Dağılmadan önceki Yugoslavya’nın dünya basketboluna hükmettiği yılları hayal meyal hatırlıyorum. Eğer bölünmeselerdi; sadece sporda değil hayatın çoğu alanında ki branşlarda, gezegenin en önemli ülkelerinden biri olurlardı. Çocukluğumdan bu yana Yugoslav göçmeni birçok tanıdığım arkadaşım oldu. Yugoslav basketboluna olan ilgim ve çevremde bulunan insanlar sayesinde onların tarihini hep merak ettim.


Bosna Hersek'li punk grubu Dubioza Kolektiv ve ben. Yazı da ismi geçen solistleri
Almir Hasanbegovic sol başta.


İç savaşın başlaması ve peşi sıra takip eden yıllar boyunca tüm bölge içinde en çok acıyı Bosna Hersek halkı yaşadı. Yıllar boyu tanıştığım Boşnaklarda hep apayrı bir samimiyet ve iyi birer kalp gördüm. Kendimi o insanlara hep yakın hissettim. 16.Şubat.2014’te Bosna Hersek’li punk grubu Dubioza Kolektiv’i canlı izledim ve konserden sonra grupla tanışma şansı yakaladım. Senelerce beni dünyanın dört bir yanından rock yıldızlarıyla tanıştıran organizatör arkadaşım Erdem Çapar onlarla da tanıştırarak hayatım boyunca unutamayacağım bir anı edinmemi sağladı. Daha önce tanıştığım diğer tüm sanatçılarla el sıkışarak vedalaşmıştık. Aynı şekilde Dubioza Kolektiv’e de iyi dileklerimi sunarken vokalistleri Almir Hasanbegovic’e elimi uzattım. Kendisi aynı şekilde elimi sıkmak yerine beni kucakladı ve bu sarılma adeta kendi öz kardeşini kucaklarmışçasına uzundu. Çok etkilenmiştim. Bosnalıların ne kadar içten insanlar olduğunu zaten biliyordum. Karşımdaki insan ünlü bir sanatçı kimliğiyle değil gerçek kişiliğiyle beni selamlıyordu. O günden sonra Bosna Hersek’e olan merakım daha da arttı. Uluslararası spor karşılaşmalarında da onları destekledim hep. Tarihlerini araştırdım. Hemen hemen çekilen her belgeseli izledim. Geçtiğimiz yıl kardeşim Srebrenica katliamında hayatını kaybeden insanları anmak için her sene Bosna Hersek’te gerçekleşen Barış Yürüyüşü Marş Mira’ya katıldı. Bulunmayı en çok istediğim yerlerden biri. Onun 1 hafta boyunca bulunduğu Bosna Hersek’te ve Barış Yürüyüşü esnasında Potocari esir kampına kadar benimle paylaştıkları ve gönderdiği fotoğraflardan her şeyin önceden okuyup, izlediklerimden daha ciddi bir durum olduğunun farkına vardım. Baskısı sona ermiş olan en eski kitaplara kadar hepsini bulup aldım. 1 aylık bir süre içinde Bosna Hersek savaşı ve Srebrenica katliamı için yazılmış 7 kitap okudum. Okurken tüm o yaşanılanları düşünmek daha da yaralayıcı oluyordu.


·         Isnam Taljic “Sreebrenitsa’nın Öyküsü”
·         Emine Secerovic “Kurşunların da Rengi Var”
·         Zlata Filipovic “Zlata’nın Günlüğü”
·         Mehmet Koçak “Sreebrenitsa Soykırımı”
·         Aslı Şirin Öner “Dram Sonrası Bosna”
·         Cemaleddin Latic “Srebrenitsa Cehennemi”
·         Berkant Karakaya “Ölüme Giderken”



16.Ağustos.2016’da yazmış olduğum blog yazımda ilk 3 sırada ki kitaplardan bahsetmiştim. O yazıya buradan ulaşabilirsiniz.
Sonrasında diğer 4 kitabı da okudum. Onları da herkese tavsiye ediyorum. Bu 7 kitap şu an kütüphanemde ömürlük yerlerinde duruyorlar. Bu günlerde yeni bir kitap daha okumaya başladım ve açıkçası bu yazım da onun sayesinde ortaya çıktı.


·         İrfan Kaya Ülger “Yugoslavya Neden Parçalandı?”


Bosna Hersek halkı adına yaşanan tüm bu kötü olayların her ayrıntısına kadar bilgi sahibi oldum ve yakın bir tarihte yaşanan bu trajediye bir de Sırpların tarafından bakmak istedim. Neydi bu adamların Bosnalılarla alıp veremedikleri? Araştırmam Yugoslavya’nın dağılmasına sebep olan durumlara kadar yöneldi. 90’lı yıllarda Yugoslavya topraklarında yaşanmaya başlayan gerilim Slovenya, Kosova, Hırvatistan, Bosna Hersek, Karadağ ve Makedonya için sadece bağımsızlıklarını kazanmak için başlattıkları mücadele iken; Sırbistan için daha insanlık dışı bir soykırımdan ibaretti. Onlar din, dil, ırk ayrımını hiçe sayarak Bosna Hersek’i de toprak bütünlüklerine almak istiyorlardı. 1992’de Sarajevo’da başlayan savaş en başında sivillere yönelik değildi. Bir noktadan sonra asker ya da sivil fark gözetmeksizin bombalar patlamaya başladı. Srebrenica gibi Sırbistan sınırında bulunan Bosna kentlerinin küçük köylerinde yaşayan cahil ve beyinsiz Sırp sivillerinin Çetnik adını verdikleri sivil saldırı gruplarıyla ortaya çıkıp etnik bir temizlik yapma amaçları ve özellikle kendileriyle aynı düşünce yapısına sahip Bosna’da ki Sırp cumhuriyetinin başkanlık konseyi üyelerinden Radovan Karadzic ile general Ratko Mladic’in başında olduğu ordu kuvvetlerini de arkasına alan bu topluluk faciayı kontrol edilemeyecek boyutlara taşıdı. İstedikleri sadece Srebrenica’yı Sırp toprakları yapmak değil aynı zamanda bölge de islam dinini de ortadan kaldırmaktı. Tüm erkekleri kurşuna dizip, kadınlara tecavüz ettiler.


1995’te imzalanan Dayton Anlaşması ile savaş ve soykırım sona erdi. Lahey Uluslararası Savaş Suçları mahkemesinde Sırplar suçlu bulundu ancak Sırp ordusunun ve Çetniklerin yaptığı bu katliam bir soykırım olarak nitelendirilmedi. Radovan Karadzic ve Ratko Mladic suçlamaların ardından kayıplara karıştılar. Temmuz 2008’de Karadzic, Mayıs 2011’de de Ratko Mladic yakalandı. Radovan Karadzic için 40 yıl hapis kararı çıktı. Mladic’in davası halen devam ediyor ve bu yıl Hollanda’nın Lahey kentinde karara varılacak. Bu davayı yakından takip ediyorum.


Sırbistan sınırında bir şehir olan Srebrenica’da yaşananlar; lakabı Bosna Kasabı olan siyasetçi Radovan Karadzic ve Bosnalı Sırp ordusunun generali Ratko Mladic’in sebep olduğu tüm insanlık dışı olaylarla bağdaştırılarak kamera kayıtlarıyla bütün dünyaya duyuruldu. Srebrenica’da gerçekleşen bu katliam sadece o şehirde yaşanan bir trajedi değildi. Zepa, Zvornik ve Goradze’de de aynı insanlık suçları işlenmişti. Drina ve Neretva nehirleri adeta kırmızıya boyanmıştı. 3 yıl boyunca Birleşmiş Milletler’in müdahalesi yetersiz kaldı. Aslında tüm Bosna Hersek’te toplamda 250.000 sivil ve asker hayatını kaybetti. Savaşın sonunda Srebrenica’da 8372 sivilin öldüğü duyuruldu ama  şehirde yaklaşık 15.000’in üzerinde insan kayıptı. Bu katliamlardan sonra sahte kimliklerle kaybolan Karadzic ve Mladic yıllarca arandı. Bazı TV programlarında Mladic’in eşi konuşuyordu ve ona ortaya çık, teslim ol diye sesleniyordu. İzlediğim sayısız Youtube videosunda bu katliamları gerçekleştiren ve etnik temizlik peşinde olan pislik sivil Çetniklerin haricinde Sırp askerleri de vardı. Günahsız sivil erkekleri kurşuna dizerlerken ya da kadınlara tecavüz ederlerken onlara acıyan Sırp askerleri olursa anında öldürülüyorlardı. Suçunu üstlenen ve sebep oldukları tüm vahşeti kabul eden her savaş suçlusu, Lahey’de eğer onlara verilen emirleri yerine getirmezlerse canlarından olacaklarını dile getirmişti. Burada hiçbir Sırp askerini savunmuyorum. Yalnızca facianın büyüklüğüne, geri dönülecek noktada dönülmeyip çok daha kötü sonuçlara doğru yönlendirilmiş olmasına dikkat çekmek istiyorum.


Her açıdan Yugoslavya’nın bir bütün olarak kalması gerektiğini düşünenlerdenim. Bugün yaptığım araştırmalarda birçok Bosna Hersek’li insanın dağılmadan önce daha elverişli ve düzgün bir hayat sürdüklerini söylediklerini görüyorum ya da okuyorum. Bugün Bosna’da yaşayan önemli bir kesim Yugoslavya olarak devam etselerdi çok daha rahat bir ekonomi ve yaşantı süreceklerini öne sürüyorlar. Bu parçalanmadan en kötü etkilenen halk Bosna halkı oldu. Eğer bütünlüklerini koruyabilselerdi yazımın başında da söylediğim gibi bugün her alanda dünya da kendinden söz ettiren bir ülke olurdu Yugoslavya. Şu an Hırvatistan, Sırbistan ve Bosna Hersek aynı dili konuşan ülkeler. Önceden bir bütündüler. Şimdi ayrı birer toprak oldular. Tüm bu kötü yaşanmışlıkların ardından Slobodan Milosevic’ten sonra ki Sırp hükümetinin iyi niyetli olduğunu düşünüyorum. Bir daha hiçbir zaman tarihe kara bir leke olarak geçmiş bu soykırımların yaşanmayacağına da inanıyorum.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

10 Şubat 2017 Cuma

TARJA TURUNEN "THE SHADOW SHOWS" 9.02.17 İZMİR

9.Şubat.2017 Perşembe günü, hayatımda ki en güzel günlerden birini yaşadım. Tarja Turunen “The Shadow Shows – European Tour” konserlerinde önce İzmir ardından da İstanbul’da konser vermek için 2 gün boyunca ülkemize geldi. Onunla tanışma fırsatını yakaladım ve konseri izledim. Tarja’dan önce ön gruplar Devilfire ve Anvision’dı. Elimden geldiğince yaşadığım bu güzel günü anlatmaya çalışacağım.






DEVILFIRE
İngiliz Glam Metal grubu Devilfire, Birmingham’da kurulmuş. Grupla ilgili hiçbir bilgiye sahip değilim. Ancak sahne enerjilerinin çok iyi ve müzisyenlerin de çok yetenekli olduklarını söyleyebilirim. Sahnede çok fazla kalmadılar. 2. şarkılarının ardından solistleri Alex,

“Biz Birmingham’dan geliyoruz. Bizi İngiltere’de izleyen kendi insanlarımızın çoğu hep donuk bir yüzle seyrederler.”
dedi ve suratını sert bir ifadeye büründüren bir mimik yaparak onları taklit etti.

“Burada herkes gülümseyerek izliyor, ne kadar güzel insanlar, ne güleryüzlü bir şehir, eve dönmek istemiyorum.”


4. parçalarından sonra kimsenin eşlik ettiği bir şarkıları olmadığı için Black Sabbath ve Judas Priest karışık bir cover geçişi yaptılar. Herşeye rağmen güzel bir sounda ve enerjiye sahipler ve üstlerine düşen görevi çok iyi yaptılar. Gelecek vaad eden bir grup. Sahneden inerlerken bateristleri Lars Wickett bagetlerini bize fırlattı. İki bagetten birini yakalayan şanslı izleyicilerden biri ben oldum.



ANVISION
2007’de Polonya’da gitarist Greg Ziolek ve baterist Marcin Duchnik tarafından kurulmuş çok başarılı bir progressive metal grubu. Aynı ilk alt grup Devilfire gibi onlar hakkında da bir bilgi sahibi değildim ama bu grupla ömürlük anılar edindim. Konserden önce soundcheck esnasında grubun kurucuları Greg ve Marcin ile tanıştık. Yaklaşık 2 saat süresince, İzmir’den Tarnow’a kadar uzanan çok güzel bir sohbetimiz oldu. Bir ara Youtube’u açıp birkaç videolarına baktım ve müziklerini çok beğendim.


Sahnede yaklaşık 45 dakika kaldılar. Youtube’da ilk olarak dinlediğim “Around The Corner” isimli parçalarını çok sevmiştim. Canlı olarakta bu şarkıyı dinlemek çok güzel oldu. Dream Theater’a benzeyen bir soundları var. Progressive müziğe her zaman saygı duymuşumdur ve onlarda bu müziği çok güzel bir şekilde sunuyorlar.


Geçtiğimiz Kasım ayında blogumda power metal müzik ile ilgili bir yazı yazmıştım. O yazının sonunda yaşadığım süre boyunca keşfedeceğim sayısız grup olduğundan söz etmiştim. İşte onlardan biri Polonyalı Anvision oldu. Soundcheck’te çoktan karar vermiştim bundan sonra onları takip edeceğime. Soundcheck’ten önceki sohbetimiz, hayatım boyunca unutmayacağım bir anı olmuştu benim için. Konser sonrası daha güzel bişey oldu. Merchandise standında Anvision elemanları duruyorlarmış. Çıkarken kalabalıkta onları fark edemedim. Baterist Marcin “Hey Osman gidiyor musun?” diye seslendi. İnanın bana bu müthiş bir şey. Marcin sanki arkadaşıymışım gibi beni bassçıları Karol Wadowski ile tanıştırdı. Müthiş sıcakkanlı insanlar.


TARJA TURUNEN
Nightwish grubu özellikle “Oceanborn” ve “Wishmaster” albümleri ile hayatıma direk etki eden power metal gruplarındandır. Bu albümler 1998 ve 2000 yıllarında çıktılar. Tarja 2005’e kadar 9 sene boyunca bu grubun solistiydi. Nightwish’ten ayrıldığında ne Nightwish’i ne de onun solo çalışmalarını takip etmedim çünkü ben ve benim gibi düşünen bir çok fan için büyük bir bütünlük bozulmuştu.


Şimdi harika geçen bir günü nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama deneyeceğim. Soundcheck öncesi Tarja’yı görmeme rağmen onunla konuşma fırsatım olmadı. Bass gitaristleri Türkiye’ye gelmemişti, grup olarak eksiktiler ve bass bölümerini kayıt edilmiş materyalle çalacaklardı. Sanırım soundcheck esnasında bu yüzden gergindi. Soundcheck’in bitişinden sonra kulis girişinde onu yakaladım. Vera Müzik (organizasyon şirketi) davetlisi olduğum için etkinlik alanına kapı açılışından önce girmiştim onu gördüğüm esnada kalabalık yoktu. Sadece selam verdim ve fotoğraf çekilmek istediğimi söyledim. Benimle çok samimi bir şekilde fotoğraf çekildi. Hayatımın anlarından birini daha yaşamıştım.


Devifire ve Anvision’dan sonra saat 22:00’de sahneye çıktı Tarja Turunen ve grubu. Konseri sahne önünden izliyordum. Büyüleyici bir güzelliği vardı Tarja’nın, benim için Karanlıklar Ülkesinin Kraliçesi gibiydi. - Karanlılar Ülkesinin Kraliçesi, hiçbir zaman hayatıma girmemiş olan, varlığından bile haberim olmadığı bir tür hayal ürünü kişilik bknz. http://ocelik7.blogspot.com.tr/2015/05/karanliklar-ulkesinin-kralicesi.html - Nightwish’ten ayrıldığından bu yana onun çalışmalarını yakından takip etmemiştim. Konseri ön sıradan seyrediyordum ve yanımdaki insanlar onun şarkılarına eşlik ederken benim eşlik edemeyişim cidden canımı sıkıyordu. 3. Şarkısının anonsunu yaparken göz göze geldik,

“Next song…” dedikten sonra durakladı. Ben de o an ezbere bildiğim iki şarkısından birinin adını söyledim.

“Falling Awake” dedim.

“No” diyerek kaşlarını kaldırdı ve

“Lucid Dream” dedi.

Müthiş bir andı. O an gerçekten çok mutlu oldum. Blind Guardian konserindeyken Hansi Kürsch onu videoya çektiğimi fark edip bana el sallamıştı. Böylesi benzer bir anı yaşamak çok güzel hissettirdi. “I Walk Alone” parçasını akustik bir performans ile çaldı. Şarkı sevdiğim parçalarından biriydi ve eşlik ettim. Sürekli İzmir hakkında ve seyirci hakkında güzel şeyler söyledi. Bir ara grup arkadaşlarına dönerek, İzmir Arena’nın denize bakan kısmını gösterdi ve
“En son denizi gördüğümüz bir yerde ne zaman çaldığımızı hatırlamıyorum. Şu an deniz orada ve bunu görüyoruz. Bu çok güzel bir şey, burası ne kadar güzel bir şehir, buradaki insanlar ne kadar güzel…” dedi.
Sahne enerjisi ve sürekli gülen yüzü ile büyülemeye devam ediyordu. Bir ara gerçekten güzelliğine kapıldım ve herkes eğlenirken donup kaldım. Bunu fark etti ve şarkı söylerken bir eliyle “noluyor, iyi misin” gibisinden bir hareket yaptı. Konserde benimle beraber olan arkadaşlarım da bunu fark etti “sana selamı çaktı” dediler. Bu da nefis bir andı. Ondan sonra hiçbir şekilde dikkatimin dağılmamasına özen gösterdim.


Kapanışı “Die Alive” ve ardından “Until My Last Breath” parçaları ile yaptı. Die Alive’ı birkaç gündür dinliyordum. Nakarat kısmı zihnime yerleşmiş sadece. Ona da eşlik ettim. Ne kadar hazırlanmaya çalışsam da sahne de çok güzel bir bayanın sizin sevdiğiniz tarzda bir müzik yapmasına alışık değilim. Bu açıdan ilk konserim oldu. Açıkçası Nightwish’ten sonra onu çok takip etmediğim için üzüldüm.


Son olarak Vera Müzik’ten sevgili Gökhan Oraydın’a burdan bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Soundcheck’leri izleme imkanını sağladığı için ve İzmir’de bu organizasyonu gerçekleştirdiği için. Bu şehrin bu konserlere ve etkinliklere çok ihtiyacı var.


OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

25 Ocak 2017 Çarşamba

KRİTİK "HER MEVSİM BİR UMUT"

Saat sabahın 3:50’si. 7 yıl sonra ilk kez, az önce Robin Sharma’nın “Ferrarisini Satan Bilge” kitabına ait olan en hızlı kitap okuma rekorumu kırdım. Simge Baştak’ın yazmış olduğu “Her Mevsim Bir Umut” kitabını 2 saat 50 dk.da okumayı bitirdim. Kitabı elime ilk aldığımda düşüncem, yatmadan önce 50 sayfa kadar okuyup Guns ‘N Roses’ın “Live Era” albümünü dinleyerek, o mükemmel notaların refakatinde uykuya dalmaktı. Fakat okumaya başladığım kitabın en az o konser albümü kadar eşsiz bir şekilde içime işlemesi uykudan içgüdüsel olarak vazgeçmeme neden oldu. Kitabı okurken zihnimde beliren düşünce ve hislerin; vakit kaybetmeden bu satırlara dökülmesini istedim. Amatör bir şekilde blog yazma tutkum devam ediyor. Buraya gerçekten yaşamıma dokunmuş ve hayatıma birşeyler katmış herşeyin üzerine denemeler ve kritikler yazıyorum. Simge Baştak’ın “Her Mevsim Bir Umut” kitabı da o eserlerden biri oldu.


Aslında kronolojik olarak yazarın ilk kitabı değil bu çalışması. İlk kitabı olan “Uzakta Kalanlar”ı önce okumak isterdim. Yarın o kitabı alacağım ve hemen ona da başlayacağım. Bosna Savaşı ve Srebrenica katliamı ile ilgili anı, otobiyografi ve araştırma türünde toplam 8 kitap okudum geçtiğimiz 3 ay içinde. Bu 8 kitabın üstüne Rus bilimkurgusu olan, Strugaski kardeşlerin “Pazartesi Cumartesiden Başlar” kitabını bitirdim. Zihnim tüm bu karışıklıklarla dolu iken, günlük yaşama, kendimden birşeyler bulacağım bir kitabı okumaya çok ihtiyacım vardı. Evimin en sevdiğim köşesi olan, küçük kütüphanemde duran, Simge Baştak’ın kitabı onca kitabımın içinde henüz okumadığım birkaç kitaptan biriydi.




Hikayenin İzmir’de başlaması beni bir anda içine aldı ve sayfaların nasıl ilerlediğini fark etmedim. Yaşadığım yerde geçen her hikaye benim için bir şekilde özel hissettiriyor. İzmir’den İstanbul’a ve Bielefeld’e kadar uzanan bir öyküyü adeta soluksuz bir şekilde okudum. Kitapta en çok hoşuma giden unsurlardan biri; öykünün zar zor aile olmayı başarmış olan 3 karakterin ağzından ayrı ayrı şekilde anlatılmış olması. Yazar bu tutumuyla, okurun kendisini o karakterlerin her birinin yerine koymasını kolaylaştırmak için fevkalade bir yol izlemiş. Bu şekilde öyküye daha çok tutundum ve anlatılanların içinden çıkmak istemedim. Kitap okurken bu tutkuya erişmek, bir okur için çok büyük bir lüks. Simge Baştak bunu inanılmaz bir şekilde başarmış.


Ana karakter Mevsim’in İzmir’de ki gençlik yıllarında başlayan öyküsünde sayfalar ilerledikçe kendimi bir gençlik filminin içinde gibi hissettim. Hikaye yıllar içinde ilerledikçe adeta bir Türk sineması tadında dram hislerine geçiş yaşadım. Bu duygu sıçramasını da okuyucusuna çok güzel aktarmış yazar. Elinizden bırakamıyorsunuz. Bütün bu duygu yoğunluğunu okuduğum satırlar üzerinde en güçlü şekilde yaşadım. Yukarıda söylediğim gibi, öykü 3 karakterin bakış açısından kaleme alınmış. Kendime ait birçok şeyi Mevsim’in çocukluk aşkı olan Tufan karakterinde buldum. Onun ağzından yazılanları okuyup aklımda resmederken, bu öyküyü gerçekten bir film tadında yaşadığımı hissetmek müthiş bir sanatsal yolculuktu benim için. Hikayede ki Tufan karakterinin hayatıma kattığı şeyler oldu. Bu yüzden sabahın bu saatinde bu blog yazısını yazıyorum. Hayatımızda iyi ya da kötü birçok durumla karşılaşırız. Kötü olanların bazıları bizim düzeltme kabiliyetimizin ötesinde olan istenmeyen durumlardır. Öykü de yaşanılanlar da Tufan’ın düzeltme kabiliyetinin ötesinde olan durumlardı. Tüm bu üzücü şeylerden sonra o düzeltme kabiliyetini en iyi şekilde gösterip hayata tutunmaya çalışmak son derece saygı değer bir olaydı. Yazar hikayesinde ki karakterlere öyle bir hayat vermiş ki; sevinçleri ve hüzünleri onlarla beraber yaşıyorsunuz.


Simge Baştak çok başarılı bir yazar. İlk kitabı olan “Uzakta Kalanlar”ı da hemen alıp okuyacağım. Bundan sonraki bütün çalışmalarını da takip edeceğim yazarlar arasında artık kendisi. İstatistiklere baktığımda bu blog onbinlerce tıklama görmüş. Bu yazı kaç kişiye ulaşır bilmiyorum ancak bu bu kitap kritiği ya da deneme tarzında düşünebileceğiniz yazımı okuyan herkese Simge Baştak’ın “Her Mevsim Bir Umut” adlı kitabını okumalarını tavsiye ediyorum.


Bu yazıyı yazarken Guns ‘N Roses’ın 1987-93 yılları arasında kaydettikleri müthiş konser albümleri “Live Era” bana eşlik etti. İzmir’de başlayan ve Almanya’ya kadar uzanan hikaye hakkında zihnimden geçenleri tasvir ederken, Slash’in halen sonsuzlukta yankılanan notaları ve Axl’ın tarifi yapılamayacak sesi ile bu kritiği yazarken tüm hikayeyi aklımda resmetmek ve kitabı yeniden yaşamakta çok güzeldi. Ayrıca bu yazı benim 2017 yılında ki ilk yazım oldu. Herkese iyi sabahlar.


OSMAN ÇELİK
www.twiter.com/ocelik7

GÖZÜ YAŞLI BİR VALS

Rüstem tek başına sürdürdüğü basit hayatını, her zaman sevdiği şeyleri yapmak için yaşayan sıradan bir insan olarak geçirmeye devam ediyordu...