Hayallerinin efsanevi olduğuna inanan herkese,
“Sadece nefesini
dinlemek için uyanık kalabilirdim. Uyurken gülümseyişini görebilmek için, sen
çok uzaklarda rüyalar görürken. Tüm hayatımı bu tatlı teslim oluşta geçirebilirdim.
Seninle geçirdiğim her an, benim en kıymetli hazinemdir…”
AEROSMITH – “I Don’t Wanna Miss A Thing” parçasının giriş sözleri
(1997)
Daha
önce hiç gitmediğim bir yerdeydim. Hava kararmak üzere, karanlığın çökmeye
başladığı bir anda, bir ormanın içinde olduğumu fark ettim. Aslında doğayı çok
sevmeme rağmen bu ormandan hiç hoşlanmamıştım. Çok fazla ağaç vardı, bakımsız
ve çürük ağaçlar, sanki yangın enkazından kalma bir orman. Etraf yeşillik dolu
ama, ağaçlar tamamen karanlık, gece olmadan bile kapkara, huzursuzluk hissi
veren bir görünüm. En kötüsü; hangi yöne yürürsem yürüyeyim, yüzlerce metre
sonunda bile değişik bir alan göremiyor olmam. Sanki bir Karanlık Ülke.
Karanlıklar Ülkesi; nereye gidersen git aynı yerdesin, bir çıkış yok.
Aklımı
yitirmek üzereydim. Düşündüm ve kendime sordum, neden buradaydım, buraya nasıl
geldim? Yaprakların sessizlikte çıkardığı hışırtıların hissedilmemesini
sağlayacak bir ses duydum. Birkaç yırtıcı puhu kuşu ya da baykuşların ‘’puuu…’’
diye çıkardıkları tüyler ürperten ses, ani bir şok etkisiyle kendime gelmemi
sağladı. Bir an önce bu kasvetli ormandan uzaklaşıp yolu bulmalıydım. Bildiğim
bir yol ve güvende hissedeceğim bir yer aramak için tekrar yürümeye başladım.
Attığım adımlardan dolayı zeminden çıkan yürüme sesi bile beni ürkütüyordu.
Bilincim tamamen yerindeydi, ilerliyordum ama tanıdık bir yer, ya da tanıdık
bir yol göremiyordum önümde. İyice korkmaya başladığımı hissettim.
Adrenalini
tüm vücudumda hissetmeye başladığım o anda korku dolu bir mucize oldu. Önümde
uzanan karanlık ormanda tanıdık bir yol ya da herhangi bir insanı bulmaya
çalışıyordum. Tam o esnada birkaç metre kadar ötemde beyazlar içinde bir kadın
gördüm. Gözlerimin içine bakıyordu. Beyaz uzun bir hırka ve beyaz pantolon
giymişti. Saçları simsiyahtı ve bana gülümsüyordu. Şimdiye kadar hayatımda
gördüğüm en güzel kadındı. Çok ilginç ve aynı zamanda çok korkunç bir şey daha
gördüm. İki elini de 5-6 yaşlarında, küçük bir kızın omuzlarına koymuş bir şekilde
beni izliyordu. Dikkatimi küçük kıza verdim. Küçük çocuk ağlıyordu. Yorgun bir
görüntüsü vardı, sanki kadın ona zarar verecekmiş gibi korkarak sesli sessiz
karışık bir şekilde ağlıyordu. İkisine de birkaç saniyelik bakıştan sonra kadın
tatlı bir zorlamayla küçük kızı alıp sağına doğru çekiştirerek ağaçların
arasında yürümeye başladı. Şok olmuştum, küçük kızın yardıma ihtiyacı varmış
gibi bir hali vardı. Kıza ulaşmak için hareket etmek istedim, ama yapamadım.
Adeta, ayaklarım toprağa yapışmıştı. Hareket edemiyordum, kaskatı kesilmiştim. Tüm
o yaprakların rüzgarla hışırtısı ve o korkunç puhu kuşlarının ulumaları
arasında, beyazlar içindeki simsiyah saçlı güzel kadın adım adım benden uzaklaştı.
Hiçbir şey yapamadım, hareketsizdim, bir şey beni ayaklarımdan toprağa
bağlamıştı. Yaprak hışırtıları, rüzgar sesi, Puhu kuşlarının ulumaları,
beyazlar içindeki evrenin en güzel kadınının adımları ve onunla birlikte
sessizce uzaklaşan küçük kız. Rüzgarın ve baykuşların oluşturduğu huzursuz
sesler korosu devam ederken, erozyonu hissettim. Ayağım toprağa yapışık şekilde
yer kayıyordu, ağaçlar devriliyordu, üstüme gelen dallar beni sürüklerken, tüm
vücudumu çiziyordu ve canım yanıyordu, acı çekiyordum…
Birden
gözlerimi açtım, etraf kapkaranlıktı, başım yastıktaydı. Başucumdaki cep
telefonumun tuş kilidini açarak saatin kaç olduğuna baktım. Saat sabahın 03:30’uydu.
Tanrıya şükürler olsun bir rüyaydı. Ama oldukça gerçekçi bir kabustu. Her yönü
ile bir kabus olsa bile bana çok şey katmıştı. Beyazlar içindeki kadının gözlerinde
aşkı görmüştüm. Hem de aşkı bir insana asla hissettirmeyecek olan bir yerde,
karanlıklar içinde ıssız ve terk edilmiş bir ormanda, hem de psikopat olma
ihtimali çok yüksek bir görünüme sahipken, yanında ki çocuğa zarar verip
vermeyeceğini bilmediğim halde o kadının gözleri ve duruşu beni sonunu hiç
düşünmediğim bir hayranlığa sürüklemişti. Rüyamda ilk defa gördüğüm bu insan
ötesi güzelliği aradım. Mutlaka bir şekilde hayatıma giren insanlardan biri
olmalıydı. Bir şekilde onu görmüş olmalıydım. Çünkü araştırdım. İnsanlar
rüyasında hiçbir zaman tanımadıkları birini görmezlermiş. Bir şekilde 1
saniyeliğine bile gördükleri kişiler konuk olurmuş rüyalara. Hafızamı ne kadar
zorlasam da Karanlıklar Ülkesi’nin Kraliçesi’nin gerçek hayatta kim olduğunu
bulamadım. Tüm umudumu yitirmiştim. Rüyamda onu tekrar görebilmek için kendimi
zorladım ama olmadı. Hiç görmediğim birini arıyordum…
Guns’n
Roses’ın Don’t Cry şarkısı çalıyordu earpodlarımda. “Üzerinde bir cennet var bebeğim..” sözleriyle uyuyakaldığım bir gece..
Başarmıştım.. Onu yine gördüm. Sırtı dönük duruyordu önümde ve yanındaki o küçük
kız yoktu. Aynı kıyafetler ve aynı siyah saçlar. Bu sefer bir merdivenin
başındaydık, sanki bir astral seyahat gibi rüyam o kadar gerçekçiydi ki
şaşırmıştım. Merdivenin yanındaki demir parmaklıkları tuttum, dökülen boyasını
ve soğukluğunu hissettim. Bu gerçekti. Hava yine alacakaranlık ve kararmak
üzereydi. Bir kabus olmasından korktum. Yüzünü bana döndüğünde başka birini
görmek gibi. Ama öyle olmadı. Bana döndü ve mükemmel gülümsemesiyle
alacakaranlığı aydınlattı. Öylesine heyecanlanmıştım ki konuşamadım. Yaklaşmak
istedim. Eliyle dur şeklinde bir işaret yaptı.
“Yaklaşma..
Eğer yaklaşırsan bozulabilir..”
Sonsuza
kadar bıkmadan seyredebileceğim bir melek yüz ve tüm yaşamım boyunca bıkmadan
dinleyebileceğim ipeksi bir ses. Konuşmaya devam etti.
“Bunun
bir rüya olduğunu biliyorsun. Bilinçaltında beni görmek istiyorsun. Bu senin
inandığın gerçeklik. Şu an yanındayım ama kısa bir süre sonra gitmem gerek. İyi
olmak zorundasın.”
“Lütfen gitme yanımda kal.”
“Bunu
yapamam.”
“Yüreğimde,
aklımda, en gizli ve en umutsuz şekilde arzuladığım varlıksın.”
“Kendi
kaderini kendin belirlemelisin.”
Son
kez gülümseyişini gösterdi. Hava iyice kararmıştı. Yavaş yavaş uzaklaştı. O
gidince hemen uyandım. İki gözümde de yaş vardı. Yatağımın üzerinde oturup
dualar ettim. Bu yaşadığım nasıl bir delilikse ondan kurtulmak için.
Günler
her zaman ki rutinliğiyle anlamsızca geçiyordu. Bazı anlar hayallerimin bana ne
kadar zarar verdiklerini hissediyordum. Özlemlerime odaklandıkları ve seçim
şansı tanımadıkları anlarda oluyordu bütün bunlar. Bütün yalnızlığınla hayatını
sürdürmek zorunda olduğunu hissettiğin o anlar. Nereye gidersen git,
kurtulamadığın acılar topluluğu. Yaşamak için ihtiyacımız olan gerçek duygu;
birinin gerçekten bizi sevmesidir. Peki hiçbir zaman görmediğiniz ve gerçek
hayatta karşılaşmadığınız birini bulmaya çalışmak, düşlerinizin arasından bir
insan formuna bürünüp hayatınıza girmesini
beklemek nasıl bir çaresizliktir? Bu sorunun yanıtını bilmiyorum ancak
istemediğim bir şekilde ait olduğum bir hayatım var. Bildiğim gerçeklikse; ne
yazık ki onu yaşamak zorundayım.
OSMAN
ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder