“Bir insanın ruhunun
derinliklerini görebilen herkese..”
Sonbahar
her açıdan harika bir mevsimdir. Ne çok soğuk ne de çok sıcak. Hava tam olması
gerektiği gibidir hatta bazen çiseleyen yağmur bile size çok şey anlatır.
Mutlaka duyarsınız o anlatılanları. Soğuk bir Ekim akşamı, çoğu zaman olduğu
gibi Güzelyalı sahilinde yürüyordum. Kulaklıklarım takılıydı yine ve Megadeth’in
“Dread And The Fugutive Mind” parçasının sonundaki o efsanevi solo kısmı
çalıyordu. Metallica’nın Master Of Puppets’ından ve Slash’in Anastasia’sından
sonra benim için en iyi solodur. Adım attıkça kuru yaprakların üzerinden çıkan
sesleri duymadığım halde duyabiliyordum. Evet müzik son ses açık olduğu halde yaprakların
üzerinde yürürken çıkardığım ses zihnimde daha büyük bir yankı yapıyordu. Sonra
müziği kapattım ve yürürken yapraklardan çıkan sesi dinlemeye başladım. Hava
alacakaranlıktı, sonra birden bire zihnimde bir viyolonsel çalmaya başladı.
Kendi kendine beliren bir melodi. Ne olduğunu bilmiyorum, bir yerlerde mutlaka
kulağıma çalınmış olması gerek ama o anı hatırlamıyorum ve istem dışı aklıma
kazınmış notalar kulaklarımın içinde yankılanıyordu. Ne olduğunu kestirmeye
çalışırken tüm o müzik yok oldu ve kuru yaprakların sesi yeniden ön plana
çıktı.
Eğer
şanslıysanız; hayatınızı öncesi ve sonrası olarak ayırabileceğiniz bir insan
karşınıza çıkacaktır. Benim de çıktı. Benim şanssızlığım ise ona hiçbir zaman
öncesi ve sonrası diye ayırabileceğim biri gözüyle bakmamış olmamdı. Bazen bir
ilişkiye siz başlarsınız, bazen de onlar başlar. Bu frekansı hiçbir zaman
tutturamamış olmak insanlığın en büyük lanetlerinden biridir.
Hayat
beni o kadar çok geride bırakmıştı ki, uzun bir zaman boyunca birlikte olmak
istediğim insanlarla başaramamıştım. Aklımda kalmışlardı hep. Oysa yanımda biri
vardı, beni koruyan ve beni yalnız bırakmayan, onunla birlikte olduğum sürece
onun doğru insan olabileceğini hiçbir zaman düşünmedim. Kış mevsimiydi ve
yalnız değildim. Hatta uzun bir süre sonra ilk kez bir sevgililer gününü tek
başıma geçirmiyordum. Ama benim aklımdaki tek şey, sadece geceyi onunla
geçirecek olmanın verdiği rahatlık duygusuydu. Belki dünyanın en sorumsuz
düşüncesiydi bu ama bir şekilde duygularımın ve sahip olduğum kırılgan ruh
durumunun yegane koruyucusuydu onu gözümde bir numara yapmamak. Bazı yazılar
okudum; hatta edebiyatımızın en güçlü yazarlarının kaleminden çıkan yazılardı.
Yanınızda sizi seven ama sizin onu, onun sizi sevdiğiniz kadar sevmediğiniz
insanları anlatan yazılardı. Hepsi de gerçek doğruluğun, hayatınızdaki o
insanlara sarılıp yola devam etmek olduğundan bahsediyordu. Kesinlikle etkilenmemiştim
çünkü bana doğru gelmiyordu. Ama bilmediğim bir şey vardı. Benim hayatım her
açıdan tükenmeye başladıkça aslında yapayalnız olduğum gerçeği ve yanımda o
insandan başka kimseyi göremediğim anların çoğalmaya başlamasıydı.
Zihnimin,
kişiliğimin önüne geçemediği günlerden birinde yine bir akşam İzmir’de
Güzelyalı sahilinde yürüyordum. Eylül ayıydı bu sefer, gerçekte sonbahar
mevsimine girmiştik ama teorik olarak sonbahar başlamamıştı. Hava halen yaz
sıcağıydı. Kısa bir süreliğine gökyüzü
griye dönmüştü hatta yağmurda çiselemeye başlamıştı. Sahilden dönüp caddeye
girdim ve yolun karşısına geçtim Güzelyalı karakolunun tam karşısında
kaldırımlarda yürürken, ilginç bir şekilde o viyolonsel sesini tekrar duydum.
Harikulade bir melodiydi kısa bir süre sonra bir de çello eşlik etmeye başladı.
Bu ne olabilirdi? Apocalyptica diye düşündüm ya da Vivaldi. Bu ensturmanları
kullanan başka hiçbir müzisyen ya da grubu dinlemiyordum. Vivaldi olamazdı
çünkü onun Four Seasons’larını dinliyordum sadece ve bu melodi onlardan biri
olsa mutlaka tanırdım. Apocalyptica’da olamazdı çünkü viyolonsel
kullanmıyorlardı. Bu karmaşık düşüncelerin içine girince müzik yine kesildi.
Bu
müzik ve bunun gibi tanımlayamayacağım birçok şey var hayatta. Günler
ilerlerken, sahip olduğum hayatı ve sahip olamayacağım hayatları düşündüm.
Aslında kıyaslama yapmadım. En büyük hatalarımdan biri; kendi sahip olduğum
hayatımın aslında en iyi hayatlardan biri olduğunun uzun bir süre boyunca
farkına varamamaktı. Tüm bu pandomimler doğrultusunda kendi yaşamım nötr bir
şekilde ilerlerken karşımdaki insanın hayatını tüketmeyi başarabildim. Bir
insan için en kötü son; kötü adam olduğunu filmin sonunda öğrenmektir. Sonra
filmin devamı çekilir ve devam filminde de kötü adam olarak rol devam eder. Bir
karıncayı bile incitemeyeceğinizi düşünürken bir an da “The Avengers” ta ki
Loki olup çıkmışsınızdır. Ne kötüdür o; kalbiniz kırılır, terk edilirsiniz, verdiği
sözleri tutmaz, size ihanet eder. İşte bazılarımızın acı çekmesi gerekir.
Bazılarımızın bir kaderimiz olduğuna inanması gerekir.
Kader
demişken; ben kadere inanmıyorum. Hayatım benim istediğim şekilde sürmeli, ben
buna inanıyorum ve her zaman kafamın içinde bu düşünce vardır. Eğer yanılıyorsam
ve gerçekten bir kader varsa, ben kendi kaderimi şekillendirmemin benim kaderim
olduğunu düşünüyorum. O ayrılığı yaşadığınızda -o ayrılıktan kastım, sonunu hak
etmediğinizi düşündüğünüz ayrılık- sahip olduğunuz değerlerin yok olmaması için
savaşırsınız. En azından geçmişte yaşadığınız tüm güzel hatıraların adına.
Ancak karşınızdaki insanın yaşadığı her ne ise; sizin tecrübelerinizin ve
düzeltme kabiliyetinizin ötesindedir. İşte bu da; insanlığın yaşadığı ölümcül
dünyanın yeryüzü üzerindeki en acımasız gerçeğidir.
Hello,
hoş geldiniz, başınız dertte.. Evet tam bu çizgide her şey ve başım dertte.
Dream
Theater’ın efsanevi “Images And Words” albümü 1992 yılında çıktı. “Metropolis
Part 1: The Miracle And The Sleeper” o
albümdeki en müthiş parçalardan biriydi.
“Tanın gülümsemesi mayısın
başlarında geldi. Kız evinden bir hediye taşıdı. Gece bir damla yaş döktü, ona
korkusunu, kederini ve acısını anlatmak için. Ölüm ilk danstır edebi.. Artık
özgürlük yok, ikinizde bu akılla teslim olacaksınız. Denediğim her gün için bir
mucize olduğu anlatılmıştı bana. Bana anlatmışlardı; kendimi yalnız ve korkak
hissedersem arayacak kimsem kalmaz. Bana demişlerdi ki; eğer öteki dünyayı
düşünürsem kendimi bir ateş gölünde yüzerken bulurum. Çocukken acı ve üzüntü
olmadan yaşayabileceğimi sanırdım. Bir adam iken hepsinin beni yakaladığını
görüyorum. Uyanık olabilirim ama çok korkuyorum. Bir hatıranın sahnesinden bir
yer gibi burası, binlerce kelimeye değer bir resim var. Ardımdaki suratlarda gözden
kaçırdığım, yakalayamadığım bakışlar var. Saklanıyor ve hiçbir zaman duyulmayacak.
İhanet ikinci danstır, sonu olmayan.. Şehrin soğuk kanı hayatta kalmamız için
ulaşıyor bize. Sadece kalbimi gözlerinde sakla ve böylece ikimizde hayatta
kalacağız. Üçüncü yaklaşıyor, yapraklar dökülmeden, kapılarımızı kilitlemeden önce
üçüncü bir dans olmalı. Bu sefer sonsuza dek sürmeli..”
JOHN PETRUCCI
Bu
ne güzel bir şarkıdır. Klavyenin ve gitarın tonu bir o kadar harikayken, Dream
Theater en iyi şarkı sözü yazabilen gruplardan biri olduğunu bu parçayla
kanıtlamıştır. Metropolis 1, hayatım boyunca en anlamlı rehberlerimden biri
olmuştur. Aşk adına yaşadığım her şeyde.. Şarkının adı “Metropolis 1” yani
mutlaka “Metropolis 2” de olmalı dedirtiyor. Dream Theater fanları tam 7 yıl
bekledi Metropolis 2 için. Ben o kadar beklemedim açıkçası. Çünkü 95 ya da 96’da
onları keşfetmiştim. 1999 yılında sadece bir parça olarak değil bütün bir albüm
olarak çıktı “Metropolis Part 2: Scenes From A Memory” hayatım boyunca, bugün
dahil dinlediğim en müthiş konsept albümdür. Bu yazıyı o albümdeki son parça
olan kapanış şarkısı “Finally Free” den sözlerle bitirmek istiyorum. Şu an
ihtiyacım olan yaşam biçimiyle.. John Petrucci’nin mükemmel ötesi şarkı
sözleriyle..
“İçimdeki bu his, sonunda
aşkımı buldu ve beni özgür kıldı. Artık ikiye bölünmek yok. Seni kaybetmeden
önce kendi hayatımı geri aldım..”
OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7