27 Eylül 2015 Pazar

GÖKYÜZÜM



“Bir insanın ruhunun derinliklerini görebilen herkese..”

Sonbahar her açıdan harika bir mevsimdir. Ne çok soğuk ne de çok sıcak. Hava tam olması gerektiği gibidir hatta bazen çiseleyen yağmur bile size çok şey anlatır. Mutlaka duyarsınız o anlatılanları. Soğuk bir Ekim akşamı, çoğu zaman olduğu gibi Güzelyalı sahilinde yürüyordum. Kulaklıklarım takılıydı yine ve Megadeth’in “Dread And The Fugutive Mind” parçasının sonundaki o efsanevi solo kısmı çalıyordu. Metallica’nın Master Of Puppets’ından ve Slash’in Anastasia’sından sonra benim için en iyi solodur. Adım attıkça kuru yaprakların üzerinden çıkan sesleri duymadığım halde duyabiliyordum. Evet müzik son ses açık olduğu halde yaprakların üzerinde yürürken çıkardığım ses zihnimde daha büyük bir yankı yapıyordu. Sonra müziği kapattım ve yürürken yapraklardan çıkan sesi dinlemeye başladım. Hava alacakaranlıktı, sonra birden bire zihnimde bir viyolonsel çalmaya başladı. Kendi kendine beliren bir melodi. Ne olduğunu bilmiyorum, bir yerlerde mutlaka kulağıma çalınmış olması gerek ama o anı hatırlamıyorum ve istem dışı aklıma kazınmış notalar kulaklarımın içinde yankılanıyordu. Ne olduğunu kestirmeye çalışırken tüm o müzik yok oldu ve kuru yaprakların sesi yeniden ön plana çıktı.

Eğer şanslıysanız; hayatınızı öncesi ve sonrası olarak ayırabileceğiniz bir insan karşınıza çıkacaktır. Benim de çıktı. Benim şanssızlığım ise ona hiçbir zaman öncesi ve sonrası diye ayırabileceğim biri gözüyle bakmamış olmamdı. Bazen bir ilişkiye siz başlarsınız, bazen de onlar başlar. Bu frekansı hiçbir zaman tutturamamış olmak insanlığın en büyük lanetlerinden biridir.

Hayat beni o kadar çok geride bırakmıştı ki, uzun bir zaman boyunca birlikte olmak istediğim insanlarla başaramamıştım. Aklımda kalmışlardı hep. Oysa yanımda biri vardı, beni koruyan ve beni yalnız bırakmayan, onunla birlikte olduğum sürece onun doğru insan olabileceğini hiçbir zaman düşünmedim. Kış mevsimiydi ve yalnız değildim. Hatta uzun bir süre sonra ilk kez bir sevgililer gününü tek başıma geçirmiyordum. Ama benim aklımdaki tek şey, sadece geceyi onunla geçirecek olmanın verdiği rahatlık duygusuydu. Belki dünyanın en sorumsuz düşüncesiydi bu ama bir şekilde duygularımın ve sahip olduğum kırılgan ruh durumunun yegane koruyucusuydu onu gözümde bir numara yapmamak. Bazı yazılar okudum; hatta edebiyatımızın en güçlü yazarlarının kaleminden çıkan yazılardı. Yanınızda sizi seven ama sizin onu, onun sizi sevdiğiniz kadar sevmediğiniz insanları anlatan yazılardı. Hepsi de gerçek doğruluğun, hayatınızdaki o insanlara sarılıp yola devam etmek olduğundan bahsediyordu. Kesinlikle etkilenmemiştim çünkü bana doğru gelmiyordu. Ama bilmediğim bir şey vardı. Benim hayatım her açıdan tükenmeye başladıkça aslında yapayalnız olduğum gerçeği ve yanımda o insandan başka kimseyi göremediğim anların çoğalmaya başlamasıydı.

Zihnimin, kişiliğimin önüne geçemediği günlerden birinde yine bir akşam İzmir’de Güzelyalı sahilinde yürüyordum. Eylül ayıydı bu sefer, gerçekte sonbahar mevsimine girmiştik ama teorik olarak sonbahar başlamamıştı. Hava halen yaz sıcağıydı.  Kısa bir süreliğine gökyüzü griye dönmüştü hatta yağmurda çiselemeye başlamıştı. Sahilden dönüp caddeye girdim ve yolun karşısına geçtim Güzelyalı karakolunun tam karşısında kaldırımlarda yürürken, ilginç bir şekilde o viyolonsel sesini tekrar duydum. Harikulade bir melodiydi kısa bir süre sonra bir de çello eşlik etmeye başladı. Bu ne olabilirdi? Apocalyptica diye düşündüm ya da Vivaldi. Bu ensturmanları kullanan başka hiçbir müzisyen ya da grubu dinlemiyordum. Vivaldi olamazdı çünkü onun Four Seasons’larını dinliyordum sadece ve bu melodi onlardan biri olsa mutlaka tanırdım. Apocalyptica’da olamazdı çünkü viyolonsel kullanmıyorlardı. Bu karmaşık düşüncelerin içine girince müzik yine kesildi.

Bu müzik ve bunun gibi tanımlayamayacağım birçok şey var hayatta. Günler ilerlerken, sahip olduğum hayatı ve sahip olamayacağım hayatları düşündüm. Aslında kıyaslama yapmadım. En büyük hatalarımdan biri; kendi sahip olduğum hayatımın aslında en iyi hayatlardan biri olduğunun uzun bir süre boyunca farkına varamamaktı. Tüm bu pandomimler doğrultusunda kendi yaşamım nötr bir şekilde ilerlerken karşımdaki insanın hayatını tüketmeyi başarabildim. Bir insan için en kötü son; kötü adam olduğunu filmin sonunda öğrenmektir. Sonra filmin devamı çekilir ve devam filminde de kötü adam olarak rol devam eder. Bir karıncayı bile incitemeyeceğinizi düşünürken bir an da “The Avengers” ta ki Loki olup çıkmışsınızdır. Ne kötüdür o; kalbiniz kırılır, terk edilirsiniz, verdiği sözleri tutmaz, size ihanet eder. İşte bazılarımızın acı çekmesi gerekir. Bazılarımızın bir kaderimiz olduğuna inanması gerekir.

Kader demişken; ben kadere inanmıyorum. Hayatım benim istediğim şekilde sürmeli, ben buna inanıyorum ve her zaman kafamın içinde bu düşünce vardır. Eğer yanılıyorsam ve gerçekten bir kader varsa, ben kendi kaderimi şekillendirmemin benim kaderim olduğunu düşünüyorum. O ayrılığı yaşadığınızda -o ayrılıktan kastım, sonunu hak etmediğinizi düşündüğünüz ayrılık- sahip olduğunuz değerlerin yok olmaması için savaşırsınız. En azından geçmişte yaşadığınız tüm güzel hatıraların adına. Ancak karşınızdaki insanın yaşadığı her ne ise; sizin tecrübelerinizin ve düzeltme kabiliyetinizin ötesindedir. İşte bu da; insanlığın yaşadığı ölümcül dünyanın yeryüzü üzerindeki en acımasız gerçeğidir.

Hello, hoş geldiniz, başınız dertte.. Evet tam bu çizgide her şey ve başım dertte.

Dream Theater’ın efsanevi “Images And Words” albümü 1992 yılında çıktı. “Metropolis Part 1: The Miracle And The Sleeper”  o albümdeki en müthiş parçalardan biriydi.

“Tanın gülümsemesi mayısın başlarında geldi. Kız evinden bir hediye taşıdı. Gece bir damla yaş döktü, ona korkusunu, kederini ve acısını anlatmak için. Ölüm ilk danstır edebi.. Artık özgürlük yok, ikinizde bu akılla teslim olacaksınız. Denediğim her gün için bir mucize olduğu anlatılmıştı bana. Bana anlatmışlardı; kendimi yalnız ve korkak hissedersem arayacak kimsem kalmaz. Bana demişlerdi ki; eğer öteki dünyayı düşünürsem kendimi bir ateş gölünde yüzerken bulurum. Çocukken acı ve üzüntü olmadan yaşayabileceğimi sanırdım. Bir adam iken hepsinin beni yakaladığını görüyorum. Uyanık olabilirim ama çok korkuyorum. Bir hatıranın sahnesinden bir yer gibi burası, binlerce kelimeye değer bir resim var. Ardımdaki suratlarda gözden kaçırdığım, yakalayamadığım bakışlar var. Saklanıyor ve hiçbir zaman duyulmayacak. İhanet ikinci danstır, sonu olmayan.. Şehrin soğuk kanı hayatta kalmamız için ulaşıyor bize. Sadece kalbimi gözlerinde sakla ve böylece ikimizde hayatta kalacağız. Üçüncü yaklaşıyor, yapraklar dökülmeden, kapılarımızı kilitlemeden önce üçüncü bir dans olmalı. Bu sefer sonsuza dek sürmeli..”
JOHN PETRUCCI

Bu ne güzel bir şarkıdır. Klavyenin ve gitarın tonu bir o kadar harikayken, Dream Theater en iyi şarkı sözü yazabilen gruplardan biri olduğunu bu parçayla kanıtlamıştır. Metropolis 1, hayatım boyunca en anlamlı rehberlerimden biri olmuştur. Aşk adına yaşadığım her şeyde.. Şarkının adı “Metropolis 1” yani mutlaka “Metropolis 2” de olmalı dedirtiyor. Dream Theater fanları tam 7 yıl bekledi Metropolis 2 için. Ben o kadar beklemedim açıkçası. Çünkü 95 ya da 96’da onları keşfetmiştim. 1999 yılında sadece bir parça olarak değil bütün bir albüm olarak çıktı “Metropolis Part 2: Scenes From A Memory” hayatım boyunca, bugün dahil dinlediğim en müthiş konsept albümdür. Bu yazıyı o albümdeki son parça olan kapanış şarkısı “Finally Free” den sözlerle bitirmek istiyorum. Şu an ihtiyacım olan yaşam biçimiyle.. John Petrucci’nin mükemmel ötesi şarkı sözleriyle..

“İçimdeki bu his, sonunda aşkımı buldu ve beni özgür kıldı. Artık ikiye bölünmek yok. Seni kaybetmeden önce kendi hayatımı geri aldım..”

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

GÖZÜ YAŞLI BİR VALS

Rüstem tek başına sürdürdüğü basit hayatını, her zaman sevdiği şeyleri yapmak için yaşayan sıradan bir insan olarak geçirmeye devam ediyordu...