Saat sabahın 3:50’si. 7 yıl sonra
ilk kez, az önce Robin Sharma’nın “Ferrarisini Satan Bilge” kitabına ait olan
en hızlı kitap okuma rekorumu kırdım. Simge Baştak’ın yazmış olduğu “Her Mevsim
Bir Umut” kitabını 2 saat 50 dk.da okumayı bitirdim. Kitabı elime ilk aldığımda
düşüncem, yatmadan önce 50 sayfa kadar okuyup Guns ‘N Roses’ın “Live Era”
albümünü dinleyerek, o mükemmel notaların refakatinde uykuya dalmaktı. Fakat
okumaya başladığım kitabın en az o konser albümü kadar eşsiz bir şekilde içime
işlemesi uykudan içgüdüsel olarak vazgeçmeme neden oldu. Kitabı okurken
zihnimde beliren düşünce ve hislerin; vakit kaybetmeden bu satırlara
dökülmesini istedim. Amatör bir şekilde blog yazma tutkum devam ediyor. Buraya
gerçekten yaşamıma dokunmuş ve hayatıma birşeyler katmış herşeyin üzerine
denemeler ve kritikler yazıyorum. Simge Baştak’ın “Her Mevsim Bir Umut” kitabı
da o eserlerden biri oldu.
Aslında kronolojik olarak yazarın
ilk kitabı değil bu çalışması. İlk kitabı olan “Uzakta Kalanlar”ı önce okumak
isterdim. Yarın o kitabı alacağım ve hemen ona da başlayacağım. Bosna Savaşı ve
Srebrenica katliamı ile ilgili anı, otobiyografi ve araştırma türünde toplam 8
kitap okudum geçtiğimiz 3 ay içinde. Bu 8 kitabın üstüne Rus bilimkurgusu olan,
Strugaski kardeşlerin “Pazartesi Cumartesiden Başlar” kitabını bitirdim. Zihnim
tüm bu karışıklıklarla dolu iken, günlük yaşama, kendimden birşeyler bulacağım
bir kitabı okumaya çok ihtiyacım vardı. Evimin en sevdiğim köşesi olan, küçük
kütüphanemde duran, Simge Baştak’ın kitabı onca kitabımın içinde henüz
okumadığım birkaç kitaptan biriydi.
Hikayenin İzmir’de başlaması beni
bir anda içine aldı ve sayfaların nasıl ilerlediğini fark etmedim. Yaşadığım
yerde geçen her hikaye benim için bir şekilde özel hissettiriyor. İzmir’den
İstanbul’a ve Bielefeld’e kadar uzanan bir öyküyü adeta soluksuz bir şekilde
okudum. Kitapta en çok hoşuma giden unsurlardan biri; öykünün zar zor aile olmayı
başarmış olan 3 karakterin ağzından ayrı ayrı şekilde anlatılmış olması. Yazar
bu tutumuyla, okurun kendisini o karakterlerin her birinin yerine koymasını
kolaylaştırmak için fevkalade bir yol izlemiş. Bu şekilde öyküye daha çok
tutundum ve anlatılanların içinden çıkmak istemedim. Kitap okurken bu tutkuya
erişmek, bir okur için çok büyük bir lüks. Simge Baştak bunu inanılmaz bir
şekilde başarmış.
Ana karakter Mevsim’in İzmir’de
ki gençlik yıllarında başlayan öyküsünde sayfalar ilerledikçe kendimi bir
gençlik filminin içinde gibi hissettim. Hikaye yıllar içinde ilerledikçe adeta
bir Türk sineması tadında dram hislerine geçiş yaşadım. Bu duygu sıçramasını da
okuyucusuna çok güzel aktarmış yazar. Elinizden bırakamıyorsunuz. Bütün bu
duygu yoğunluğunu okuduğum satırlar üzerinde en güçlü şekilde yaşadım. Yukarıda
söylediğim gibi, öykü 3 karakterin bakış açısından kaleme alınmış. Kendime ait
birçok şeyi Mevsim’in çocukluk aşkı olan Tufan karakterinde buldum. Onun
ağzından yazılanları okuyup aklımda resmederken, bu öyküyü gerçekten bir film
tadında yaşadığımı hissetmek müthiş bir sanatsal yolculuktu benim için.
Hikayede ki Tufan karakterinin hayatıma kattığı şeyler oldu. Bu yüzden sabahın
bu saatinde bu blog yazısını yazıyorum. Hayatımızda iyi ya da kötü birçok
durumla karşılaşırız. Kötü olanların bazıları bizim düzeltme kabiliyetimizin
ötesinde olan istenmeyen durumlardır. Öykü de yaşanılanlar da Tufan’ın düzeltme
kabiliyetinin ötesinde olan durumlardı. Tüm bu üzücü şeylerden sonra o düzeltme
kabiliyetini en iyi şekilde gösterip hayata tutunmaya çalışmak son derece saygı
değer bir olaydı. Yazar hikayesinde ki karakterlere öyle bir hayat vermiş ki; sevinçleri
ve hüzünleri onlarla beraber yaşıyorsunuz.
Simge Baştak çok başarılı bir
yazar. İlk kitabı olan “Uzakta Kalanlar”ı da hemen alıp okuyacağım. Bundan sonraki
bütün çalışmalarını da takip edeceğim yazarlar arasında artık kendisi.
İstatistiklere baktığımda bu blog onbinlerce tıklama görmüş. Bu yazı kaç kişiye
ulaşır bilmiyorum ancak bu bu kitap
kritiği ya da deneme tarzında düşünebileceğiniz yazımı okuyan herkese Simge Baştak’ın “Her
Mevsim Bir Umut” adlı kitabını okumalarını tavsiye ediyorum.
Bu yazıyı yazarken Guns ‘N Roses’ın
1987-93 yılları arasında kaydettikleri müthiş konser albümleri “Live Era” bana
eşlik etti. İzmir’de başlayan ve Almanya’ya kadar uzanan hikaye hakkında
zihnimden geçenleri tasvir ederken, Slash’in halen sonsuzlukta yankılanan
notaları ve Axl’ın tarifi yapılamayacak sesi ile bu kritiği yazarken tüm
hikayeyi aklımda resmetmek ve kitabı yeniden yaşamakta çok güzeldi. Ayrıca bu
yazı benim 2017 yılında ki ilk yazım oldu. Herkese iyi sabahlar.
OSMAN ÇELİK
www.twiter.com/ocelik7