22 Ekim 2018 Pazartesi

BEN SANA KALBİMİ VERDİM


Hatalarımdan ve rezilliklerimden dolayı daha iyi bir insanım. Çünkü hata yaparkende, hataları yaptıktan sonra da, hiç iyi biri olmaktan uzaklaşacağımı hissetmedim. Bu dünyada benim için en büyük huzur; basketbola olan sevgim, bu spora olan aşkım. İçimdeki çocuğu yaşatan, o heyecanla yaşlanmamı sağlayan inanılmaz bir duygu var kalbimde ve zihnimde. Hayatta dolu dolu hüzünler yaşadım. Beni ayakta tutan, hiçbir zaman düşmeme izin vermeyen yegane kaynaktı basketbol. Benim için anlamı çok büyük; soyut ve somut her şeyi zihnimde birleştirebildiğim en büyük ve tek yaşamsal terapim bu spor. Böyle bir yazı yazmalıydım. Sanırım şimdiye kadar yazmakta en çok zorlandığım yazım bu yazı olacak. Bu bir spor yazısı değil. Bir bağlılığın ve soyut anlamda hayat boyu ayrılmayan, hep bir arada kalan güzel bir birlikteliğin tanımını yapmaya çalıştığım bir yazı. Bu oyuna (basketbola) aşığım, daha ilkokul yıllarında kendimi kaptırdığım bu aşk, yaşamım boyunca beni bırakmadı. Ben de onu bırakmadım. Ölene kadar benimle olacak çok büyük bir sevgi. Lisanslı olarak oynadığım yıllarda elle tutulur çok büyük başarılarım yok. Çevremdeki insanların bu spora tutkuyla bağlı olduğumu ve aynı tutkuyla parkeler üzerine çıktığımı bilmeleri ve görmeleri yetiyordu benim için.




Bugün 35 yaşımdayım. 15 yıl önceki kadar atletik ve 10 yıl önceki kadar hızlı değilim. Şu an bir sporcunun yaşadığı en kötü durumlardan biri olan yaşlanmayı hissetmenin ne demek olduğunu anlıyorum. Hayatımın her döneminde olduğu gibi haftanın bazı akşamlarında, benim gibi bu spora gönül vermiş birkaç arkadaşımla salona gidiyoruz. Oyun esnasında beynimin verdiği direktifleri vücudum gerçekleştiremiyor. Eskisi gibi koşamıyorum ve gücüm yetmiyor. O dinamiklik artık yok oldu. Basketbol yeteneğimin somut olarak tamamen beni terk etmesinden önce yazmak istediğim bir yazı değildi bu. Hayatımın her döneminde kaleme almak istediğim bir yazıydı. Yukarıda bahsettiğim gibi; oynadığım yıllarda elle tutulur bir başarım yok. Hayatım boyunca o parkelerin üzerine çıkıp çizginin arkasında çemberi gördükten sonra yolladığım 3 sayılık atışlar kadar anlık mutlu olduğum başka zamanlarım olmadı. Bir izleyici olarak kalbimde ve ruhumda bu sporu ölümsüzleştiren birçok an yaşadım. Birkaçını burada paylaşıp hem o günlere bir kez daha geri gitmek, hem de önümüzdeki yıllarda açıp tekrar okumak istediğim kıymetli anılar burada bahsedeceğim şeyler.


İlk Jordanlarım.

Aralık 1998
Zonguldak’tan Ereğli’ye 1 saatlik otobüs yolculuğundan sonra ulaştık. Erdemirspor salonuna giriş yaptık. O yıllarda yaşadığım şehire en yakın olupta Türkiye Basketbol 1. Liginde oynayan tek takım Kdz. Ereğli temsilcisi Erdemirspor’du. İTÜ maçına gelmiştik arkadaşlarımla. Uzun bir sürenin ardından profesyonel seviyede bir basketbol maçı izlemek çok iyi gelmişti. Erdemirspor İTÜ’yü yenmişti. Maç bittikten sonra basın kartımın avantajıyla soyunma odalarının olduğu alana kadar girmeyi başarmıştım. Türk basketbolunun efsane oyuncularından Harun Erdenay’ı yakaladım. Tanıştık, fotoğraf çekildik ve o otobüsüne yürüyene kadar sohbet ettik. Salon çıkışında fotoğraf ve imza için bekleyen büyük bir kalabalık vardı. Otobüse binmeden ona;

-“Abi siz Orhun Ene ile çok yakın arkadaşsınız. Ben onu da sizin kadar çok severim. Lütfen benden ona selam söyler misiniz?” dedim.
-“Tabi kardeşim, adın neydi tekrar söyler misin?”
-“Osman”
-“Selamını ileteceğim Osmancım Orhun’a” dedi.

El sıkıştık ve otobüse bindi. Ülkerspor’da oynadığı yıllarda Avrupa sayı kralı olmuş bir şutör ve sporculuğunu, basketbolunu örnek aldığım çok önemli bir kişilik olan Harun Erdenay ile bu şekilde sohbet etmek inanılmazdı. Onunla yapmış olduğumuz bu sohbetin yıllar sonra çok müthiş bir anının başlangıcı olacağını o an asla tahmin etmezdim. Devamı yazının ilerleyen satırlarında.



Ağustos 2002
Yaz tatili; gündüzleri denize girip, akşamları arkadaşlarınızla dışarıda eğlendiğiniz tam 12 haftalık özgürlük. Özellikle bu süre sona yaklaşmaya başladığında her şey gözünüze daha farklı gelir. Okul açılmadan daha çok eğlenmek istersiniz. 2002 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası başladığında eve kapandım ve tüm maçları seyrettim. A Milli basketbol takımımız 12 Dev Adam’ın da yer aldığı şampiyona benim için güzel anılar edinmemi sağlamıştı. Avrupa basketbolunu her zaman Amerika basketbolundan daha çok sevdim ve daha çok saygı duydum. Sırpların basketbol kültürü (Yugoslav ekolü) bana her zaman rol model olmuştu. Grup maçları başladığında babam sordu.

“Sence kim dünya şampiyonu olur?”

Oyunlarına karşı hissettiğim hayranlıktan ya da onlara duyduğum saygıdan değil, o yıllar gerçekten çok güçlü ve dağılan Yugoslavyanın basketbol sporunda yapıtaşı olan

-“Sırbistan” diye cevap verdim babama. O zamanki adlarıyla Sırbistan Karadağ, şimdi sadece Sırbistan.
-“NBA yıldızlarından kurulu ABD şampiyon olamaz mı? Üstelik şampiyona onların ülkesinde.”
-“Bodiroga ve arkadaşları karşısında pek şansları yok.”

dedim. Bu çok cesur bir cevaptı. Açıkçası Sırpların ABD karşısında neler yapabileceğini görmeyi çok istiyordum. Onları çok yakından takip ediyordum ve sahip oldukları yeteneklerinin farkında olan, daha şampiyona başlamadan ABD’yi kazanan olarak ilan etmeyen çok az insandan biriydim.

“Hadi canım sen de.” diye cevap verdi babam.

Dünya Şampiyonasının ikinci tur gruplarında Arjantin milli takımı sürpriz bir şekilde ABD’yi yenmeyi başardı. En iyi oyuncuları Ginobili sakattı ancak Arjantin koçunun inanılmaz bir planı vardı. Sakat olmasına rağmen Ginobili’yi 12 kişilik kadroya aldı. Maç öncesi Ginobili ısınmadı fakat onun kadroda olması insanların kafasında büyük soru işareti yaratıyordu. İlk 3 periyot Ginobili oyuna girmedi ve ABD oyunun tamamında üstün olan taraftı. Son periyotun başlamasıyla birlikte Ginobili ayağa kalkıp benchin sonunda ısınma hareketleri yapmaya başladı. Bu o ana kadar gördüğüm inanılmaz ötesi bir psikolojik hamleydi. Tüm ABD.li oyuncular onun oyuna gireceğini düşünüyorlardı. O kenarda ısınırken adeta hepsinin elleri titredi ve oyun düzeninden koptular. Konsantrasyonları alt üst oldu ve maçı bu yüzden kaybettiler.
Grup maçlarında aldığı Arjantin yenilgisi ile direnci kırılan ABD’ye en büyük darbe ise Sırplar tarafından vuruldu. Çeyrek final eşleşmesinde Bodiroga ve arkadaşları 81-78 ile NBA yıldızlarını mağlup ettiler. ABD milli takımı tarihinde ilk kez madalya şansını yitiriyordu. Milli takımımızın 9. olduğu turnuvada finali Arjantin ve Sırbistan takımları oynadı. Tüm dünya, şairane bir şekilde ABD’yi ilk kez yenen Arjantinlilerin altın madalyaya ulaşmasını bekliyordu. Ancak oyun zekası, basketbol kültürü ve bireysel yetenekleri daha ağır basan Sırplar Dünya şampiyonu olarak turnuvayı tamamladı. Final maçından sonra babam;

“Sen bu işi biliyorsun.” dedi ve gülümsedi.

Bu sohbet babamla yaşamım boyunca yaptığım en güzel konuşmalardan biriydi. Hiçbir zaman unutamam.



Eylül 2007
Bir hafta sonra  Avrupa Basketbol Şampiyonası EuroBasket 2007 başlayacak. Hazırlık turnuvalarından sonuncusu yaşadığım şehirde gerçekleşti. İzmir Halkapınar Spor Salonunda basketbol milli takımımız Sırbistan, Hırvatistan ve Polonya ile oynadı. İlk maçta Sırplar Polonya’yı yendiler. Günün ikinci maçında Hırvatlarla oynuyorduk. Maç öncesi seremonide önce Hırvatistan milli takımı oyuncuları seyircilere anons edilerek tanıtıldı. Ardından A milli takımımız 12 Dev Adam anons edilirken haliyle yaklaşık 10.000 kişi olan İzmir seyircisi büyük bir alkış tufanı yarattı. Biz tam Hırvat benchinin arkasında oturuyorduk. Gözüm o esnada Hırvatistan koçu Jasmin Repesa’ya takıldı. Bizim oyuncularımız anons edilirken ayağa kalkıp güçlü bir şekilde seremoninin sonuna kadar alkışladı. Müthiş bir centilmenlikti. O halinden çok etkilenmiştim.

EuroBasket 2007 öncesinde milli takımımızın menajeri Harun Erdenay’dı. Son maçtan sonra arkadaşlarım Aşkın ve Kaan ile yanına gittik. Herkesle fotoğraf çektirip kısa da olsa konuşuyordu. Bir güvenlik görevlisi insanları uyarıp onu rahat bırakmalarını istedi. Ama Harun Erdenay güvenlik görevlisini gönderdi ve insanlarla konuşmaya devam etti. Fotoğraf ve konuşma sırası bize geldiğinde ona şöyle dedim.

-“Abi selam, yıllar önce Zonguldak’ta bir Erdemir maçının sonrasında siz İTÜ’de oynarken, Orhun Ene’ye selam göndermenizi rica etmiştim sizden. Hatırladınız mı?”
-“Evet hatırladım. Osman’dı değil mi?”
Şu an bu satırları yazarken bile o anı yaşıyorum ve tüylerim diken diken oldu tekrar. Arkadaşlarım şok olmuştu. Ben ise o an yaşadığım heyecanı tarif edemiyorum. Türk basketbol tarihindeki en önemli oyunculardan biri aradan yaklaşık 10 yıl gibi bir süre geçmiş olmasına rağmen ismimi hatırlamıştı. Bu gerçekten büyük bir onur. Sadece o yaşadığınız an bile sizin basketbola daha da bağlanmanıza yetiyor inanın.
-“Selamını Orhun’a ilettim kardeşim.” dedi.

O andan sonra tekrar teşekkür ettim. Arkadaşlarım onun beni hatırlıyor olmasıyla ilgili şaşkınlıklarını dile getirmeye devam etiler. Bunun ne kadar harika birşey olduğuyla ilgili konuşup durduk ve yanımıza NTV Spor spikerlerinden Murat Kosova geldi. Onunla da sohbet edip, fotoğraf çekildik ve anılarımızdan silinmeyecek bir günü tamamladık.


Mart 2015
Mesleğim sayesinde mucize bir tesadüfle Türk Basketbol tarihinin önemli oyuncularından Hakan Köseoğlu ile tanıştım. İş yaşantımıın bana kazandırdığı en güzel olaylardan biri bu oldu. Onunla sadece tanışıp kalmadık. Sürekli görüşen arkadaşlar olduk. Hakan Köseoğlu; Türk Basketbol tarihinde Asist Kralı olmuş, şimdiye kadar lig tarihinde en çok sayı pasını vermiş olan tek Türk basketbol oyuncusu. Türkiye Milli takımı 12 Dev Adam kadrosunda yer almış başarılı bir oyun kurucu. Aktif sporculuğunu bitirip antrenörlük yaşantısına başladığı bu dönemde bile halen oyunculuk yıllarında ki rekorunu henüz başka bir Türk basketbolcusu kırabilmiş değil.

Bir gün beni yine işyerimde ziyaret etti Hakan Köseoğlu. Alışveriş ve sohbetin ardından ona

-“Bir gün beraber oynayalım.” dedim.
-“Tabi ki kardeşim ayarlarız. Haberleşiriz.” dedi.

Birkaç hafta sonra beni arayıp o hafta izin günümün hangi gün olduğunu sordu. O dönem Türkiye 2. Liginde Bornova Belediyespor’un oyuncusuydu. İzin günümü ona söyledikten sonra o gün antrenman yapmak üzere sözleştik. Çok heyecanlanmıştım. Küçük bir çocukken Zonguldak TED Kolejinin bahçesinde gece gündüz basketbol oynayarak büyüdüğüm yıllarda böyle birşeyden bahsetselerdi (TBL Asist Kralı Hakan Köseoğlu ile antrenmana çıkmak) güler geçerdim herhalde. Şimdi ise o kadar farklı ki; hiçbir zaman hayalini bile kurmadığım, bilmediğim bir düşüm gerçek oluyordu. Bir gece öncesinde heyecandan uyuyamadım. O gece, küçüklük yıllarımdaki halimden farkım yoktu. Ertesi gün hayatım boyunca unutamayacağım o basketbol antrenmanını yaptım. Hakan Köseoğlu ile 1’e 1 basketbol antrenmanımızın bir bölümü bu linkte.

https://www.youtube.com/watch?v=0BxhDgGpOqM

Her basketbol oyuncusunun, her basketbol hayranının bir kahramanı vardır. O kahraman çoğunlukla Michael Jordan’dır. Benim kahramanım, bana ilham veren sporcu, huzurla uyusun Hırvatistan’dan Drazen Petrovic’ti. Onu burada birkaç satırla anlatamam. Onu anlatmaya çalıştığım “Cennetteki Gözyaşları” isimli yazım da bu linkte.

http://www.ocelik7.blogspot.com/2013/06/cenneteki-gozyaslari-drazen-petrovic.html



Kısa bir süre sonra 36 yaşıma basacağım. Şu an haftanın en az 3 günü akşamları benim gibi bu spora gönül vermiş arkadaşlarımla salonda basketbol oynuyoruz. Yaşımın getirdiği yavaşlık, ağırlaşan vücudum ve eskisi gibi hızlı olmayan bacaklarım için üzülüyorum. Her antrenmandan sonra duşumu alıp, eve geldiğimde, başımı yastığa koyup hep çocukluk yıllarımdaki o halimi özlüyorum. Bitmek bilmeyen bir enerji ile 4-5 saat antrenman yapıp basketbol oynadığım çocukluk ve gençlik yıllarımın görüntüleri zihnimde beliriyor. O zamanları o kadar çok özlüyorum ki; bazen gözlerimden yaşlar süzülüyor. O yıllar hiçbir zaman geri gelmeyecek ve ben yaşlandıkça şu an oynayabildiğim kadarını bile yapamadan parkelerden uzaklaşacağım. O 3’lük şutu elimden çıkarttıktan sonra önce zihnimde sonra gözlerimin önünde çemberin filesinden peşpeşe yankı yapan müthiş sesi bir daha duyamayacağım. Basketbol benden ayrılacak ama ben onu hiçbir zaman bırakmayacağım. Çünkü ben ona kalbimi verdim.



OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7


11 Haziran 2018 Pazartesi

YUGOSLAVYA'NIN KALBİ BELGRAD


Bu yıl çok güzel şeyler yaşamama ve bu yaşadıklarımın yazılara dökülmeyi çok hak etmelerine rağmen blogumda yeni bir yazı paylaşmak için en uzun arayı vermiş olmak üzücü. Düşüm, Günüm ve Yolculuğum adını verdiğim blogum, gerçekten evimde olup yalnız kaldığım her an tek sığınağım oluyor. Dergi yazılarımın ağırlık kazanması, öte yandan  iş yoğunluğumun beni çok yorması ve sanırım yaşlanıyor olmam artık bu uzun araların daha çok yaşanılacağını hissettiriyor. 2018’de ki ilk yazım ne yazık ki yıl ortasına denk geliyor. 2 ay önce arkadaşlarımla Sırbistan’a gittik. Orada geçirdiğim günleri anlatmak her ne kadar bir günlük yazısı tadında olacaksa da bunu yapmalıyım. Dağılmadan önce ki Yugoslavya’ya hayranım. Bu linkte yazmış olduğum yazı, sonrasında o toprakları ziyaret edip etmeyeceğimi bilmediğim bir zaman klavyemden dökülmüştü.

http://ocelik7.blogspot.com/2017/05/yugoslavya.html

Balkanların kalbinde olmak, orada dolu dolu 5 gün geçirmek hayatımın en güzel zamanlarından biriydi. Bu yüzden Belgrad’da yaşanılanlar sadece sosyal medyada paylaştıklarımdan ibaret olmamalıydı. 



Belgrad'da ki evsahibimiz Gregor ile


Yakın arkadaşlarım Kaan ve Aşkın ile birlikte yıllardır çıktığımız ve doyasıya eğlendiğimiz tatillerimizden en farklı ve en anlamlı olanlarından birini bu yıl Sırbistan’ın başkenti Belgrad’a giderek yaptık. 1 ay öncesinden izin tarihlerimizi ayarlayıp uçak biletlerimizi aldık. Booking’den kalacağımız evi kiraladık. Tuttuğumuz ev Stari Grad’deydi. Belgrad’ın en meşhur, en güzel mekanlarından biri olan Knez Mihailova’nın çok yakınında, yürüme mesafesinde olan merkezi bir yerdeydi evimiz. Ev sahibimiz Gregor ile seyahat öncesi tüm görüşmeleri whats app. üzerinden ben gerçekleştirdim. Oldukça nazik ve ilgili bir insandı. Kesinlikle Belgrad’ı tekrar ziyaret edeceğim ve müsaitse yeniden onun evinde kalacağım. Daha Sırbistan’a gitmeden onun sayesinde orayı tanır olduk. Aslında onu sorularımla bunalttım. Görmeyi planladığım çok yer vardı. Belgrad’a ulaşmadan o yerleri nasıl ziyaret edeceğimizi, hangi toplu taşıma araçlarını kullanacağımızı, hangi günlerde hangi yerlere gitmemizin daha iyi olacağı vb. bir sürü soruları ona yönelttim. Hepsini sıkılmadan içtenlikle cevapladı ve biz ordaykende her gün arayıp bir şeye ihtiyacımız olup olmadığını, ev de bir eksiklik görüp görmediğimizi sordu.


9. Nisan sabahı saat 10’da İzmir’den İstanbul uçağına bindik. Yoculuğumuzun ilk kısmı bittiğinde Belgrad’a aktarma yapmak için 4 saat Sabiha Gökçen Havaalanında bekledik. Free shop’da vakit geçirdikten sonra yemek yedik ve bekleme kapısında kitaplarımızı okuyup sohbet ettik. Saat 16:00’da Belgrad uçağına bindik. Nikola Tesla Havaalanına indiğimizde Sırbistan’da yerel saat 16:30’du ve bizden 1 saat geridelerdi. Havaalanında çok beklemeden Gregor’ın bana söylediği 72 numaralı belediye otobüsüne bindik. 30 dk. sonra ineceğimiz durak Zeleni Venac’tı. Kimseye sormamıza gerek yoktu çünkü bu son duraktı. Gregor’ın söylediğine göre Zeleni Venac’ta indikten sonra sadece 200-300 m yürüyerek eve ulaşacaktık. Gregor bizi karşılayamayacaktı. Annesi Szena’nın binanın önünde bizi beklediğini söyledi. Bayan Szena çok iyi İngilizce konuşamıyordu. Herhangi bir iletişimsizlik durumunda Gregor’ı arayacaktık ama Szena nerdeyse hiç İngilizce konuşamadığı halde onunla çok iyi anlaştık ve ne demek istediğini gayet açık anladık. Güvenlik için birkaç önlem ve check out yaparken anahtarı bırakmamız gereken posta kutusu. Karşımda Sırpça konuşan bir kadını dinlerken kendimi gerçekten oralı gibi hissettim. Anadillerini hiç bilmediğim halde, işaret dili bile kullanmadan bana anlatıyordu. Daha ilk gün uçaktan iner inmez Sırbistan’a adapte olmuştuk.


Eve eşyalarımızı yerleştirdikten sonra hiç dinlenmeden hemen dışarı çıktık. Bir sokak arkamızdaki meşhur Knez Mihailova caddesi akşamüstü vaktinde harika gözüküyordu. İstanbul’un İstiklal caddesine benzeyen bu yeri baştan sona yürüdük ve etrafa göz attık. Yürüdüğümüz esnada Instagram’da birkaç paylaşım yaptım. Sırbistan’da olduğumu gören, EuroLeague fan sayfalarından birinde tanıştığım İsrail’li, koyu Maccabi Tel-Aviv taraftarı arkadaşım Janet mesaj attı. “Mutlaka akşam yemeği için Toro Latin adlı restaruranta gidin. Oraya birçok kez gittim. Harika bir yer ve bulunduğunuz yere çok yakın.” Ben Janet’ın mesajını arkadaşlarıma okurken Kaan’da Tripadvisor’dan önerilere bakıyordu ve o da Toro Latin’in çok popüler ve lezzetli bir yer olduğunu yapılan yorumlardan görmüştü. Janet’ın tavsiyesine uyarak harika bir akşam yemeği yedik. Sırbistan’da ki herkes İngilizce konuşabiliyordu ve hiçbir yer de iletişim sorunu yaşamadık. İlk gün akşam yemeğinden sonra Belgrad kalesine çıktık. Uzaktan Sava nehrine bakmak ve ışıl ışıl şehiri izlemek müthişti.

Stari Grad'de kaldığımız evin penceresinden manzara

İkinci günün sabahı yerel saate alışamadığım için erkenden sabah 6:30’da uyanmıştım. Bu iyi bir şeydi çünkü orada geçireceğim zamanı en iyi şekilde değerlendirmek istiyordum. Bol bol pencereden dışarıyı seyrettim. Belgrad’da hayat çok erken saatlerde başlamıştı. Kaldırımlarda insanlar, yollarda arabalar ve hemen evimizin önünde ki parkta güvercinleri besleyen topluluklardan oluşan Sırpları izliyordum. Bulunduğumuz cadde de dahil olak üzere Belgrad’ın hemen hemen her yerinde neredeyse her 50-100 metrede bir pastane dükkanları karşınıza çıkıyor. Bu dükkanların çoğunda oturmak için masa ve sandalye yok. Market işi gibi elden alıp gidiyorlar. Sırplar hamur ve kek tarzı fırın işi yiyecekleri çok seviyorlar. Neredeyse günün her saati her cadde de elinde bu yiyecekleri yürürken tüketerek giden birçok insan görebilirsiniz. 8 gibi herkes uyandıktan sonra kahvaltı etmek için dışarı çıktık. Kahvaltımız bittikten sonra klasik Knez Mihailova turunu bitirdik ve bir belediye otobüsüne binip şehri gezmeye başladık. Nikola Tesla Müzesini görmek istiyorduk. Onun yerini bulduktan sonra akşamüstü ziyaret etmeye karar verdik. St.Mark Kilisesine gidip bir sürü fotoğraf çektik. Balkanların havasına alışık değildik ve önceden buraya giden arkadaşlarım mutlaka kalın kıyafetlerde getirmem gerektiğini belirtmişlerdi ama buna rağmen Belgrad’da hava yaz mevsimi gibiydi. Orda bulunduğumuz 5 gün boyunca hava ortalama 23 derece sıcaklıktaydı. St. Mark Kilisesini gördükten sonra hemen kilisenin yanındaki bir parkta cafelerden birine oturduk. Belgrad’ı gezmeye devam ediyorduk öğlen yemeğinde yöresel tatlardan uzaklaşıp Meksika Burito’su yedik. Müthiş lezzetliydi. Bildiğim kadarıyla İzmir’de böyle bir restaurant yok. Açılsa çok iyi olur çünkü Burito’nun malzemeleri günlük hayatta aldığımız gıdalardan farklı değildi. Saat 16:30’da Nikola Tesla Müzesine girdik. Önce 30 dk.lık bir video gösterimi ardından da 1 saati aşkın bir süre boyunca Tesla buluşlarının tanıtıldığı bir sunum yapıldı. Sunum esnasında elektrikli birkaç deneye gönüllü olduk. Yazımın sonunda bir Youtube linki ekleyeceğim ve o görüntülerde o linkteki videonun içinde olacak. Eşsiz bir deneyimdi. Müze, Nikola Tesla’nın küllerinin bulunduğu oda ile sona eriyordu.

Meksika Burito

Nikola Tesla Müzesi


Tripadvisor’da yapılan yorumlardan yola çıkarak Nikola Tesla Müzesine sadece 200 metre uzaklıkta olan Lovac adında bir restauranta gittik. Genellikle av hayvanlarının servis edildiği ve geyik eti ile meşhur çok güzel bir restauranttı. Karışık ızgara ve geyik eti ile beraber ördek’te yedik. Muazzamdılar. Yemeği bitirdikten sonra Aşkın hepimizin düşüncesini sesli olarak dile getirdi.

“Dönmeden önce buraya mutlaka tekrar geleceğiz.” J
Knez Mihailova’ya geri döndük ve birbirinden güzel bistrolardan birinde oturup içkilerimizi içtik. Gerçekten çok zevkli geçiyordu. Knez Mihailova’nın sonunda (ya da başında) bulunan bir avm’den telefonum için yeni bir kılıf satın aldım. Günü yeniden Belgrad kalesinde tamamladık. Burada çok ilginç olan özellik, parktaki tüm hediyelik eşya satan seyyar satıcıların inanılmaz güzel birer aksanla İngilizce konuşuyor olmalarıydı. Çok etkilenmiştim. Her kesimden tüm Sırplar kendilerini çok iyi geliştirmişler.


Belgrad’da geçirdiğimiz 3. Gün, Zemun’a inip rıhtımı gezdik. Sava nehrinin Zemun rıhtımında başladığı noktadan bisiklet kiralayarak, Tuna nehri ile birleştiği yere kadar sürdük. Oraya ulaşınca arkadaşlarımla birçok fotoğraf ve video çektim. Yönetmen Richard Linklater’ın “Before Sunrise, Before Sunset ve Before Midnight” isimlerine sahip, duygusal üçlemesi olan fimleri çok severim. Zira onlar için de bu blogda yazdığım bir yazı mevcuttur. Sözü geçmişken linki de budur;
1995 yapımı ilk film Before Sunrise’ta ilk romantik sahnelerden birinde, Julie Delphy ve Ethan Hawke, Tuna nehrinin karşısındadırlar. Her ne kadar filmde bulundukları yer Viyana kıyısında da olsa sonuçta Tuna nehri. Sırbistan, Macaristan, Avusturya, Slovakya ve Almanya’dan geçen bu büyük doğa harikasının yanıbaşında olmak tüylerimi diken diken etmişti. Belgrad’da Sava ve Tuna nehirlerinin birleştiği noktadan bir su şişesine nehirin suyunu doldurdum. Knez Mihailova’da ki hediyelik eşya dükkanlarından birinden aldığım hediyelik simgesel mantarlı küçük şişelere o suyu paylaştırdım ve Tuna ile Sava’dan aldığım nehir suları şu an İzmir’de ki evimin kitaplığında ömürlük birer anı olarak duruyorlar. Bisikletleri teslim ettikten sonra Knez Mihailova’ya geri dönüp ev de biraz dinlendik. Akşamüstüne doğru tekrar Belgrad kalesinde fotoğraflar çekilmeye ve alışveriş yapmaya gittik. Tekrar rıhtıma inip Tuna nehrinin olduğu noktada ırmağın üstüne iskeleler yapılarak kurulmuş olan restaurantlardan birine oturduk. Yanı başımda Tuna’nın nefis meltem eşliğinde bir müzikal gibi kulağınıza fısıldadığı doğa sesleri ile güneşin batışını izlerken içtiğim bira o dakikaya kadar içtiğim en lezzetli içecekti. Bu arada cidden harika biraları var. Giderseniz Sommersby’i deneyin. 3. günün gecesi Freestyler isimli bir gece kulübü ve ardından şu an ismini hatırlayamadığım başka bir gece kulübünde eğlenerek sona erdi.

Belgrad Kalesinden Sava Nehri'nin bir görüntüsü

Tuna Nehri

Sırbistan’da son 2 güne girerken her şey müthişti. Son gün alışveriş ile çok vakit kaybetmemek için, İzmir’de ki sevdiklerimize hediyelerini 1 gün önce sabahtan alıp evde valizlerimize yerleştirdik. Alışveriş kısmı çok uzun sürdüğü için kahvaltı planımız geç saate kaldı. 12 gibi kahvaltıyı öğlen yemeği ile geçiştirmeye karar vererek Bosna Hersek’in meşhur köftesi Cevabi’yi tattık. 1 yıl önce kardeşim Sarajevo’da Cevabi’yi denemişti ve onun tavsiyesiyle biz de Belgrad’da bu lezzeti denedik. Hoşuma gitti fakat nedense içimden bir ses Bosna’da bu yemeğin daha güzel yapıldığını söylüyor. Umarım bir gün orayı da ziyaret edeceğim ve orda da bu tadı deneyeceğim. Daha sonra Knez Mihailova’dan ayrılıp şehre girdik ve Aziz Sava Tapınağını ziyaret ettik. Aziz Sava Tapınağı ile ilgili görsellerde yazımın sonunda ekleyeceğim Youtube linkinde yer alıyor. Alışveriş turuna devam edip karnımızın acıkmasını bekledik ve eşsiz lezzeti olan Lovac restaurant’a bir kez daha gelip yemeğimizi yedik. Gezip gördüğümüz hemen hemen her cadde de nizami ölçülerde olmasa da mutlaka basketbol sahaları ve basketbol potaları vardı. Sırpların basketbol sporunda çok başarılı olmalarının başlıca nedenlerinden biri de bu özellikleri bence. Basketbolu çok sevdiğim için bu ülkede bulunmak ayrıca bir özel anlam ifade ediyordu benim için ve burada geçirdiğim her gün eşsiz güzellikte günlerdi. Belgrad’da ki son gecemizde Knez Mihailova’yı gezip çeşitli mekanlarda oturup bira içtik. Tekrar Zemun’a rıhtıma indik ve yine maalesef şu an adını hatırlayamadığım ama tekrar gittiğimde tabiri caizse elimle koymuş gibi bulacağım mekanlardan biri olan bir bara girdik. Bu arada bu bar ilk akşam gittiğimiz Toro Latin adlı restaurantın hemen yanında. Sırpça hiç anlamasakta canlı müzik çok iyiydi ve 12.Nisan gecesinin 13.Nisan’a bağlandığı gece yarısı esnasında orada içmeye devam edip Kaan’ın doğum günü kutlamasınıda o barda yaptık. Geç saate kadar eğlenip Knez Mihailova’ya dönen tramvaya bindik. Sırbistan’a gelmeden Booking üzerinden kiraladığımız evin tek olumsuz yanı check out zamanıydı. Çıkış saatimiz için sabah 09.00 yazıyordu. Ev sahibi Gregor’la ilk konuştuğum konulardan biri bu olmuştu. İstanbul’a dönüş uçağımızın akşamüstü 16:00’da olduğunu ve evden valizlerimizle birlikte sabah 9’da çıkmak zorunda oluşumuzun bizim için güzel olmayacağını söylemiştim. Sorun olmaz öğlen istediğiniz saatte çıkabilirsiniz diye dönüş yapmıştı. Son gün için tüm planlarımızı bu şekilde yaparken tramvaya bindiğimiz an da Gregor’dan mesaj geldi.

“Osman, çok üzgünüm ama yarın erken bir check in’im var. Evden 10:00’da çıkmış olmanız gerekiyor.”

Viva Restaurant - Tuna Nehri

Viva Restaurant - Tuna Nehri

Son günün en kötü yanı buydu. Valizler yanımızda olmadan Knez Mihailova’yı ve Belgrad kalesini son bir kez gezip kahvaltımızı yapacaktık. Ben arkadaşlarımdan daha önce uyanıp binanın karşısındaki parka gittim ve güvercinleri besledim. Sabah 9 buçukta evden valizlerimizle çıktık. Knez Mihailova’da kahvaltı yapıp son kez Belgrad kalesine gittik. Yorulana kadar çantalarımızla gezdikten sonra Stari Grad’e gelip 72 numaralı Zeleni Venac-Nikola Tesla Airport otobüsüne bindik ve havaalanına doğru yol aldık. Sırbistan’da bulunduğumuz 5 gün boyunca yapmış olduğum video çekimlerimden bir derlemeyi de buradan izleyebilirsiniz.


9-13.Nisan.2018 tarihleri arasında en yakın arkadaşlarımla Belgrad’daydım. Tam 2 ay sonra orada geçirdiğim günleri kaleme aldım. Bunu bu kadar çok geç yapmamın en önemli nedenlerinden biri de; bu yazıyı hazırlarken o günleri tekrar yeniden yaşayacak olmamdı ve öyle de oldu. Sadece Sırbistan değil, Bosna Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Karadağ ve Kosova’da görülmesi gereken güzel yerler. Bir zamanlar bir bütündüler ama dağıldılar. Yugoslavya her yeri ile bir kültür ve doğa harikası. Umarım diğer ülkeleri de ziyaret edip blogumda deneyimlerimi paylaşabilirim.



OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7





GÖZÜ YAŞLI BİR VALS

Rüstem tek başına sürdürdüğü basit hayatını, her zaman sevdiği şeyleri yapmak için yaşayan sıradan bir insan olarak geçirmeye devam ediyordu...