29 Nisan 2014 Salı

THE FOLLOWING: 2. SEZONUN ARDINDAN



Amerikan TV sektörü 2000’li yılların başından itibaren hızla büyümeye devam ediyor. “The Following” mükemmel kurgusu ve elde ettiği rating başarısıyla 3. sezon onayınıda aldı. 2. sezonun bitimiyle birlikte tekrar satırlara dökmek istediğim düşünceler oluştu. Ama öncesinde “The Following” ile ilgili yazdığım diğer yazılarımı da hatırlatmak isterim.

10.Şubat.2013’te ki ilk yazım:

1.Mayıs.2013’te ki ikinci yazım:

2005 ve 2009 yılları arasında yayınlanan Prison Break dizisi hayatımı değiştiren eserlerden biri olmuştu. 2005 yılında ki ilk sezon harikuladeydi ve bence Prison Break’in en iyi sezonuydu. Ayrı kişiliklere sahip birçok kötü insanın aynı şartlarda bir arada yaşamaya mecbur kalmaları ve aralarındaki dostluğun farkına varmaları, aynı amaç uğruna hayatlarında ki birçok şeyi paylaşmaları kesinlikle bir senaryo harikasıydı. 8 yıl boyunca Prison Break’in vermiş olduğu bu insanlık dersine istinaden başka hiçbir TV yapımında benzer öğeleri gözlemlemedim. Hiçbir dram, insanlar arasındaki sevgi ve saygıya yönelik unsurları Prison Break’te ki kadar başarılı bir şekilde ekranlara taşımamıştı.

2013’ün ilk yarısında yayınlanmaya başlayan The Following; 8 yıl önce Prison Break’te yaşamış olduğum insani değerlere hitap eden duyguları bana yeniden yaşattı. Bir grup insanın değil, birbirilerine zıt iki karakterin yaşadıkları serüven, kovalamaca efsaneviydi. Sayılı zamanlarda karşı karşıya gelmeleri ve aralarında geçen diyaloglar öğretici birer ders niteliğindeydiler. Biri FBI ajanı, diğeri suçlu şizofren bir katilin 2 sene boyunca toplam 30 bölüm süren macerasını izledik. İkisi de birbirlerine düşman ve öldürmeyi arzuluyorlar ama tüm zamanlar boyunca bir şeyler onları çekti ve kalplerinde birbirlerine karşı merhamet duyguları oluştu. Hiçbir şekilde kişiliklerinden ödün vermediler ama içten içe bir dostluk yaşadıkları ortadaydı ve The Following senaristleri bu duyguyu; günümüzde çok az insanın yaşayabileceği dinamikleri ajan Ryan Hardy ve katil Joe Carroll ile ekrana başarıyla taşıdılar.

Joe Carroll 2. sezon final bölümünde Ryan Hardy’ye “Bir elmanın iki yarısı gibiyiz.” diyor. Bizler zaten bunu hissetmiştik. The Following ile ilgili bir çok yazı okuyabilirsiniz ve eminim çok az eleştirmen benim değindiğim konuya değinmiştir. Çok uç ve ütopik duygular oluştursa da, benim The Following’te hayran olduğum tek nokta, ve bunca zaman boyunca izlemeyi bırakamamış olmamın tek nedeni; Joe Carroll ile Ryan Hardy arasında geçen konuşmalardır. Diziye yeni başlayacak olan herkese 2 sezon boyunca o sahnelere dikkat etmelerini öneriyorum. Hayata dair, aileye dair, insanlığa ve dostluğa dair birçok şey göreceksiniz. Yukarıda da söylediğim gibi hepsi ders niteliğinde replikler.

2 sezon boyunca Joe Carroll’ı canlandıran James Purefoy ve Ryan Hardy karakterine hayat veren Kevin Bacon mükemmel bir oyunculuk örneği gösteriyorlar. The Following’in onların kariyerine müthiş bir yön vereceği aşikar. Şimdiden 3. sezon için sabırsızlanıyorum.

OSMAN ÇELİK

www.twitter.com/ocelik7

10 Nisan 2014 Perşembe

BEING HUMAN'IN ARDINDAN



Bir mükemmeliyet daha sona erdi. Eşsiz replikleriyle her izlediğimde huzura teslim olduğum, son 4 yıldır hayatımın önemli bir parçası olan Being Human'da artık yok. “The Vampire Diaries” ve “Supernatural” den sonra doğaüstü dizilerin gerçek yaşamımıza adapte edilmiş halinin en önemli örneklerinden biriydi. Bir tarih yolculuğuydu, iyilik ve aşk dolu bir maceraydı. Ama herşeyden öte tertemiz, fedakarlıklarla ve özverilerle dolu bir arkadaşlığın en iyi hikayesiydi.

Günümüzde biz insanların ortaya koyamadığı dostluk değerlerini bize başarıyla aşılayan bir yapımdı Being Human. Bir vampirin, bir kurt adamın ve bir hayaletin normal bir insan gibi yaşayabilmeleri için gösterdikleri çaba aslında hepimizin içinde bulunduğu bir yaşam mücadelesi örneğiydi. Bu yüzden nefis kurgulanmış ve beni ekranda yeniden vampirizm temasına aşık eden bir eserdi. Bu diziyi izlememiş olan tüm arkadaşlarıma muhakkak öneriyorum. Mutlaka kendinizden ve günlük yaşamınızda karşılaştığınız değerlerden çok şeyler bulacaksınız ve her zaman yüzünüzde bir tebessüm oluşturacaktır.

Being Human projesi ilk olarak İngiliz BBC kanalının oluşturduğu başarılı bir yapımdı. İngiliz versiyonunu izlemedim ancak Amerikan SyFy kanalının BBC’den uyarladığı bu dizi; ana düşünce ele alındığında Londra’ da ya da Boston’ da geçiyor olması pek fark ettirmiyor. Orijinal İngiliz yapımını izlemediğim için BBC’nin dizisi hakkında yorumda bulunmayacağım. Amerikan yapımını izlemeye başladığımda 4 yıl boyunca takip etmeyi bırakmadığım, her bölümü yayınlandığında izlemeyi geciktirmediğim bir yapım oldu Being Human.

Öylesine içten duygularla tasvir edilip ekrana taşınmış bir yapım ki; arkadaşlık yıllarınızda, günlük hayatınızda ve aşk yaşamınızda her zaman zihninizde yankılanmış çeşitli sorular olmuştur. Tüm bunlara istinaden bir rehber ve yol gösterici cevaplar niteliğinde oluşabilecek her sonucu Being Human ile görebiliyorsunuz. İlk 3 sezon boyunca baş roller olan; vampir Aidan, kurt adam Josh ve hayalet Sally’nin bakış açılarından hayata dair ders niteliğinde düşünce replikleri insanı müthiş bir dünyanın içine sokuyor. Senaristler o kadar başarılılar ki; bir vampir, bir kurt adam ve bir hayaletin yapılarıyla doğaüstü sınıfında bulunmalarını, onların düşünceleri ile de pekiştirip, gerçekten çok farklı insan ötesi karakterlere bürünmelerini sağlamışlar ve kesinlikle işlerini en iyi şekilde yapıp o karakterleri ekrana taşımışlar. Ekrandan da, biz izleyenlerin yüreklerine, akıllarına taşıyıp, hayatlarımızı, başarılarımızı, başarısızlıklarımızı profesyonellikle sorgulamamızı sağlamışlar.


Being Human’ı izleyin. Bir şey kaybetmezsiniz. Tam aksine hayatınıza birçok şey katacağına eminim.

OSMAN ÇELİK
10.04.2014

27 Şubat 2014 Perşembe

ANADOLU EFES: BİR BASKETBOL TAKIMI OLABİLMEK



Türk basketbolunun kulüpler tarihinde en başarılı olmuş takımı olan Anadolu Efes (Efes Pilsen) geçtiğimiz sezonun sonundan itibaren büyük bir çöküş yaşamakta.

2012-13 sezonunun Euroleague play oflarında son 2 yılın Avrupa şampiyonu Olympiacos ile eşleşmiştik. Harika bir kadroya sahiptik ve şansımızı sonuna kadar kullanmıştık. Nasıl bir disiplinsizlik örneği olur bilemem, belki yargısını yapmak bana düşmez ancak 2-2’lik serinin son maçında Sasha Vujacic sadece bir röportajda kullandığı cümleler yüzünden takımdan kesildi. “Final Four görmek istiyorsak, coach Mahmudi’nin beni daha fazla oyunda tutması gerek.” Demişti Sasha. Sırf bu cümle yüzünden disiplinsiz olarak kabul gördü ve takımdan kesildi. Bu cümleyi kuran sporcu; Los Angeles Lakers’ta Kobe Bryant ile yan yana 2 NBA şampiyonluğu gören ve sadece daha çok oynamak istediğini dile getiren bir basketbolcuydu. Play off serisinin son maçında deplasmanda 15 sayı öndeyken çok efsanevi şeyler oldu. Farmar sakatlanıp oyunu terk etti, Savanovic 5 faul alıp oyun dışı kaldı. 3’lü skor opsiyonumuzdan biri olan Vujacic zaten 12 kişilik kadroya alınmadığından Final Four şansımız pufff diye avucumuzun içinden uçup gitti.

2013-14 sezonunda çok daha kısık bir bütçe ile yola çıktık. Başarılı bir takım kurabilme amacını belki de bu kadar kötü kullanabilen başka bir yönetim daha yoktur. Zoran Planinic geldi. Belki de Efes’in şimdiye kadar ki en verimli transferlerinden biriydi bu ama hiçbir şekilde doğru bir rotasyona sokulmadı. Zoran Planinic Tau Ceramica’yı İspanya ABC’de şampiyonluğa taşıyıp, Euroleague’de 2 sene üst üste Final Four oynatan bir oyun kurucuydu. Ardından gittiği CSKA Moskova’da Rusya şampiyonluğu ve Euroleague şampiyonluğu yaşadı. Ordan gittiği Khimki’de Eurocup şampiyonluğu yaşadı ve takımını Euroleague’e taşıdı. Tüm bunları yaparken 35 dk ortalama ile oynayan bir basketbol takımı beyniydi. Ona bu sezon Efes’te beyin olma şansı verilmedi. Dakikaları, adeta kariyerinin son yıllarına gelmiş bir sporcu gibi azalmıştı. Kısık bütçe ile yola çıkılırken, Amerika’dan getirilmiş 89 doğumlu ve daha ülkesinden ilk defa dışarı çıkan bir çocuk olan Scotty Hopson’a güvenildi. Şımarıklığı artık ne derece had safhalara ulaştı bilmiyorum ama o da displinsizliği gerekçesiyle takımda kesildi. Semih’in oyuna katkı anlamında hiçbir zaman girememesi, Barac ile paylaştığı dakikaların hakkaniyetsizliği bizi her daim dibe sürükleyen unsurlar oldu. Barac sakatlanıp takımdan uzaklaştığında tek başına daha da kötüye giden Semih takıma bir şeyler verebilmesi beklenirken hep daha da zarar verdi.

Tuncay Özilhan basketbolu seven bir yönetici. Şu aşamadan sonra yapılması gereken tek şey; hem teknik kadro anlamında hem de bireysel yetenekli oyunculardan ziyade takım oyununu geçmişte başarı ile oynamış oyuncuları bu takıma dahil ederek önümüzdeki sezonu/sezonları düşünmek için gerekli adımları atmaktır. Bütçe kısmaktan vazgeçip, gerekli yatırımı yaparak Efes’i Türk basketbolu ve Avrupa’da ait olduğu mertebeye geri koymak gerekmektedir. Bunu yapabilecek maddi güçler ve sponsor destekleri mevcut. Bu sene denenen sistem sadece Efes’e değil Türk basketboluna ciddi zarar vermiştir. Fenerbahçe Ülker takımı örnek alınmalı ve bu şekilde yola devam edilmelidir. Tuncay Özilhan’ın eskiden olduğu gibi gereken özveriyi göstereceğine inanıyorum. Eğer bunlar gerçekleşmezse; ne yazık ki bir zamanların Cibona Zagreb’i gibi, Kızılyıldız’ı gibi başarılı yıllar geçirdikten sonra bir daha asla gün yüzüne çıkamayan ve hep diplerde gezinen bir takımdan başka bir şey kalmayacak geriye..

OSMAN ÇELİK
27.02.2014

www.twitter.com/ocelik7

26 Kasım 2013 Salı

ANADOLU EFES: 2013-14 Regular Season Euroleague Yolculuğu


Türk Basketbolunun kulüpler düzeyinde hatırı sayılır bir başarı geçmişine sahip olan takımı Anadolu Efes, her yıl belirli bir istikrar ile Euroleague yolculuğuna başlayıp, başarıyı artırana kadar çok büyük sıkıntılar çeken bir basketbol takımı görüntüsü veriyor bizlere. Efes takımı salonun ardındaki yönetiminden teknik kadrosuna kadar örnek alınacak uygulamaya sahip bir organizasyon. Euroleague takımlarının verdikleri oylarla geçtiğimiz sezon yılın en iyi yöneticisi ödülünü Anadolu Efes Basketbol Kulübü Başkanı Sayın Tuncay Demirel almıştı. Ancak bu başarı ne yazık ki istenilen düzeye getirmiyor takımımızı.

İnişli çıkışlı bir grafikten sonra 2012-13 sezonunda Final Four’un kapısına kadar gelen takımımız ne yazık ki o kapının ardına geçememişti. O ana kadar; yani play off’un son maçına kadar gelmemizin en önemli nedeni yaptığımız başarılı hücum değil, geçilemez bir savunmamızın oluşuydu. Kurtarıcı rolünü oynar diye beklenen Jordan Farmar bile sezon boyunca vasatın üstüne çıkamadığı oyunlar oynadı. Elbette kazandırdığı ve çok üst düzey oyuncu olduğunu kanıtladığı maçları da vardı fakat bu görüntüyü resmin tamamında göremedik.

2013-14 sezonuna iyi bir başlangıç yaptık. 20 sayılık Milano galibiyetiyle başlayan sezon Fransa milli takımını Avrupa Şampiyonu yapan coach Vincent Collet’in çalıştırdığı ve yine o Avrupa Şampiyonu Fransa milli takımından birçok oyuncuyu bünyesinde barındıran takım Strasbourg’u deplasmanda 10 sayı ile mağlup ederek devam etti. 3. hafta Bamberg deplasmanında ilk 3 periyot iyi oynamamıza rağmen son periyotta ritim kaybedip son saniye basketiyle aldığımız mağlubiyet takımımızı yıprattı. Sonrasında Zalgiris galibiyeti oyuncularımızın bireysel yeteneklerini sahaya iyi yansıtmalarının dışında Litvanya takımının maddi ve manevi olarak zor günler geçirmesininde verdiği moralsizlikle geldi. Ne yazık ki o mükemmel fikstür avantajını yok eden talihsiz gece 13.Kasım.2013 akşamı Madrid’te yaşandı. 46 sayı farkla tarihimizin en büyük yenilgilerinden birini yaşadık. İlk roundun ilk maçları tamamlanırken motivasyon olarak en dipteydik. Bu kötü anlar topluluğu oyuncularımızı o kadar etkilemiş olacak ki; rövanş maçları başladığında Milano deplasmanında aynı Bamberg deplasmanında olduğu gibi müthiş oynarken son periyot 14-0’lık bir seriyi potamızda görünce üzücü bir yenilgi daha geldi.

Şu an öyle bir dönemdeyiz ki; yapacağımız tek bir anlık hata bile bu yıl ki Avrupa yolculuğumuzda bizi en dibe sürükleyecek olumsuzluklar yaratabilir. 3-3 ile grubun ortasında bulunuyoruz. Grupta son maçlarımız olan deplasmandaki Zalgiris Kaunas ve içerdeki Real Madrid maçlarından önce evimizde Strasbourg ve Bamberg ile oynayacağız. Son iki maça stres içinde çıkmamak ve ikinci round olan Top 16’ya kalmayı garantilemek için bu iki maçı muhakkak kazanmak zorundayız. Efes kağıt üstünde kadro derinliği ve oynadığı basketbol olarak bu iki takımdan da üstün bir takım. Bu maçları kazanacağımıza inanıyorum ve iyi ya da kötü bir şekilde Top 16’ya kalabileceğimizi düşünüyorum. Asıl kazanmak zorunda olduğumuz şey oyuncularımızdır.

Türk medyası ve sosyal paylaşım sitelerinde yazarından taraftarına kadar birçok insan Zoran Planinic’i eleştiriyor. Zoran bence Efes’in şimdiye kadar yaptığı en iyi transferlerden biri. Geçmişte Tau Ceramica ile final four oynamış, CSKA Moskova ile Euroleague şampiyonluğuna ulaşmış, ardından Khimki Moskova’nın FIBA Eurochallenge şampiyonu olmasında en aktif rolü oynamış ve MVP ödülü almış, kısacası kendisini kanıtlamış bir oyun kurucu. Tüm bunları yaparken bulunduğu pozisyonda yalnızdı ve oyun sistemleri içinde skor yükünü paylaştığı çok az isimler vardı. Şu an Efes’in hücum rotasyonu çoğu zaman 5 numara pozisyonunda oynayan Semih ve Barac hariç her pozisyondaki Gordon, Hopson, Kostas, Dragicevic, Kerem Gönlüm ve Zoran üzerinden dönüyor. Böylesine paylaşılan bir sistemde Zoran Planinic’in eski takımlarında üstlendiği skor gücü bu yıl ki oyununa yansımıyor doğal olarak. Onun aldığı bu eleştiriler bence kariyerinin en olgun döneminde olan bir sporcu için iyi şeyler değil ve bir yeteneği bizlerden uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Zoran NBA’de oynamış ve bir basketbolcunun yakalayacağı her başarıyı tatmış bir sporcu. Karakter olarakta inanılmaz bir insan. Bana Harun Erdenay’ı hatırlatıyor, hiçbir şeye itiraz etmiyor ve karşı tepki vermiyor. Geçtiğimiz yıl Vujacic’in yersiz konuşmaları yüzünden hem onun hem de takımımızın neler kaybettiğini hep birlikte gördük.

Bu yazı kimlere ulaşır, kimler ne düşünür bilemem, sonuçta bir nevi hobidir blog yazmak ancak yürekten inanıyorum ki; Efes’in Final Four oynayacak gücü ve kadrosu var. Umarım coachumuz Oktay Mahmudi; Zoran, Gordon ve Kostas’ın bir arada sahada kalacağı ve birlikte verimli olabilecekleri dakikaları özenle tespit edip her maça başarılı müdahaleler yapabilir ve bu zorlu yolu fire vermeden geçeriz. İlerleyen haftalarda neler olabileceğini hep birlikte göreceğiz. Umarım ve dilerim bu blog üzerinde başarılı anlarımızı paylaşırım.

26.11.2013
OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

10 Ekim 2013 Perşembe

HAYATA DAİR BİR AĞIT; DREAM THEATER



Bir zamanlar sahip olduğum en değerli soyut zenginliklerimin birer birer yokoluşunu yaşadığım bir dönemden geçmişti hayatım. Olumsuzlukların tamamını aşmamda bana yardım eden tek unsur müzikti. Heavy Metal, Hard Rock, Power Metal ve Progressive Metal müziğin hayatıma ve iç dünyama kattığı gücü, huzuru tarif etmemin imkanı yok. Bu tarife en yakın herhalde Iron Maiden konserine gittikten sonra yazdığım blog yazısı olurdu. O huzur ve o gücün içimde varolmasını ve yaşamımı sürdüren yegane kaynaklardan biri olmasını sağlayan en önemli gruplardan biri Dream Theater olmuştur.

Metropolis Part:2 Scenes From A Memory ile tanıdım onları. Konsept albümlerin bence en güzeli olan bu çalışmanın hikayesinden her bir notasına kadar olan tamamı, beni progressive müziğe aşık etmeye yetmişti. Victoria'nın yaşadığı pandomim, Miracle ve Sleeper'ın hayata dair bakış açıları ve Nicholas'ın zihninde gelişen olaylar; o efsanevi notalarda bana aşkı, dramı, korkuyu adeta yeniden tanıtmıştı. Metropolis 2'den sonra bu tarihi müzik devriminin öncesi ile tanıştım ve ilk albümleri When Dream And Day Unite "Düş'ün ve Günün Buluştuğu An" devamında ikinci albümleri "Images And Words" beni cennetin bahçelerini yeryüzünde hissedecek kadar ayaklarımı yerden kesen parçaların oluşturduğu, tanımlaması zor bir dünyanın içine sokmuştu. Bu yolculuk öylesine bir efsaneydi ki benim için; adeta Dream Theater'ın yeni bir albümünü dinlemediğim her bir gün çektiğim acılar bir bir geri geliyormuş gibi hissediyordum. Hüzünlerimi aşmamı sağlayan bir kurtarıcı haline gelmişti benim için Progressive Metal müziği ve Dream Theater. Awake ve Metropolis 2 albümleri benim için birer hazinedirler ve cd rafımda en güzel yerde dururlar.

Dream Theater ve progressive müzik için söyleyebileceğim birçok şey var. Her gün onlar için yeni bir yazı yazabilirim. Her notaları, her riffleri, James Labrie'nin her vokali beni yaşadığımız bu dünyaya dair birçok düşünceye itmeye yeterli gücü oluşturur içimde. Düşüncelerimi içimde yaşarım. 1989'dan bu yana varlar ve varlıkları profesyonel anlamda Progressive müziğin yapıtaşı anlamına geliyor. Ben 10 yıl sonra onları tanıdım 1999 yılında çıkardıkları Metropolis 2 albümleri hayatımın dönüm noktalarından biri olmayı başardı. Yukarıdaki düşüncelerimi bu satırlara dökme isteği duydum. Bunun tek nedeni ise bu ay (Ekim 2013) çıkardıkları kendi adlarını verdikleri son albümleri "Dream Theater"ın ilk 3 parçasını dinledikten sonra kendimi yine çocukluk ve gençlik yıllarımda hissettiğim heyecanın içinde bulmuş olmamdır. Son albümü şu an dinliyorum ve müzikal bir devrimin içindeyim yeniden. "Looking Glass" ve "Behind The Veil" ilk izlenimlerimle beni bitirdi. Tüm o notalardaki ilk huzuru yaşadığım yıllara dönmek, o heyecanı, o hayatı hissetmek eşsiz bir güzellik, mükemmel bir mutluluk.

Dream Theater'ı çok seviyorum. Onlar hayatımın gruplarından biri. Blind Guardian'ı, Iron Maiden'ı, Anthrax'ı gördüm, canlı seyrettim ve hatta ötesini yaşadım tanıştım o efsanevi insanlarla. En büyük dileklerimden biri, bir gün Dream Theater'ı da bir konserlerinde canlı seyredebilmek ve mümkünse onlarla da tanışabilmek. Müziğin bana verdiği huzuru ve mutluluğu tarif edebilmem çok zor. Yukarıdaki cümlelerin zihnimden bilgisayarın klavyesine nasıl döküldüğünü bilmiyorum. Sadece mutlu olduğumu biliyorum.

11.10.2013
OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

4 Eylül 2013 Çarşamba

EUROBASKET 2013 "TÜRKİYE İÇİN 1. GÜN"



Kabus dolu bir günü geride bıraktık. Bugün benim için çok zordu. Türkiye saatiyle zaman 17:30'u gösterdiğinde hayal kırıklığından ayakta zar zor durduğumu hatırlıyorum. Şu an bile bu yazıyı zorluklar içinde yazıyorum.

Kağıt üstünde favori gösterildiğimiz Finlandiya karşısında şok bir yenilgi aldık. Savunmaya her zaman önem veren bir takım olduk. Hatta Avrupa'da savunmamızla adı anılan bir takımız ancak iş sadece savunma ile bitmiyor. Hücumda etmelisiniz. Bugün hücumda bitik ötesiydik. Çok komik anlar yaşadık. Bir lise takımının bile yapamayacağı kadar kötü bir hücum performansımız vardı. Maçın ilk 7 dakikası geçilirken tek bir sayı bile bulamamış olmamız tarihimizde bir ilk olabilir. O ilk 7 dakika atılamamış sayılar, maçın sonunda bizi nasıl da o dakikaları arar hale getiren bir çaresizlik sahneleri oluşturdu. Toparlanmamız için zaman yetmedi.

Tanjevic'i eleştirmekten bıktım ancak aklıma başka bir sonuç gelmiyor. Bir takım oyun kurucusu kadar konuşur. Kerem Tunçeri neden bu takımda yok..? Bugün maçı anlatan Murat Kosova'nın daha ilk periyotta söylediği cümle "acaba bu maçı izleyen kaç kişinin aklına gelmiştir Kerem'in olmayışı" oldu. Biz onun eksikliğini çok hissediyoruz. Umarım bu yapılanma meyvesini verir ve eski günlerimize döneriz. Bugün ki gibi oynamaya devam edersek; İtalya, Yunanistan ve Rusya bizi ezerek geçerler.

İlk günden Eurobasket'in bittiğini hissetmek çok zor ve tarif edilemeyecek kadar kötü bir duygu. Az önce bizim grubumuzdaki diğer takımlardan İtalya-Rusya maçını izledim. Her iki takımda savunma ve hücum rotasyonlarında bizden daha iyi birer takım değiller. Kişiliğimizi kaybetmezsek, sorumluluklarımızı sahaya yansıtabilirsek yeniden bir üst tur için potada olabiliriz. Ancak yarın kaybedersek bizi mucizeler bile götüremez ikinci tura. Bu yüzden diliyorum ki yarın İtalyan milli takımı karşılarında ölümüne oynayan bir Türk takımı bulacak.

Bugün Finlandiya'lı gazeteciler sosyal medyada ve Fin basınıda TV'lerinde hep aynı mesajları paylaştılar. "Basketbol tarihimizin en önemli galibiyetlerinden birini aldık."
Ne yazık ki onlara bu sevinci yaşattık. Fin takımı ekstra hiçbir şey yapmadı. Onları 61 sayıda tutmak bizim için gayet makul bir savunma örneğiydi. Sadece biz atamadığımız için kaybettik. Umuyorum ki yarın ve izleyen günlerde bu kötü etkiyi ortadan kaldıracağız.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7


28 Temmuz 2013 Pazar

SEVİNÇTEN DAMLAYAN GÖZYAŞLARI: 26.07.2013 IRON MAIDEN TÜRKİYE KONSERİ

1996 yılında hayatıma girmiş ve 17 yıldır beni hiç yalnız bırakmamış; her sevincimde ve her hüznümde her daim acılarımla ve mutluluklarımla yanımda olmuş ilk, tek ve en büyük müzik grubunu ilk kez canlı seyretme şerefine nail oldum.


Iron Maiden, efsanevi “Maiden England European Tour” turnesini yeniden canlandırıyor ve eskiden olduğu gibi 92 yılına kadar olan parçalarını seslendiriyor konserlerinde. Yani bu turneyi izleyen herkes yeni albümler ve şarkılar yerine New Wave Of British Heavy Metal akımını başlatan efsane parçaları canlı olarak izliyorlar ve geçmişe masal dolu bir yolculuk yapıyorlar. 26. Temmuz.2013 Cuma akşamı, İstanbul İnönü stadında bu yolculuğa şahsen çıkmış biri olarak, ne kadar zor olsa da duygularımı paylaşacağım.



Anthrax'ten Joey Belladonna ve Scott Ian ile beraber olduğum fotoğraflar..

Ülkemizde Heavy Metal müzik yayını olarak çıkan tek basın organı Headbang dergisinin yazarları Erdem Tatar, Sadi Tırak ve yakın arkadaşım Nitro grubunun vokalisti, organizatör Erdem Çapar ile birlikte İstanbul’da, The Ritz Carlton Hoteldeyiz. Anthrax grubu; heavy metal tarihinin thrash metal grupları arasında Metallica, Megadeth ve Slayer ile birlikte “Big Four” olarak adlandırılan en iyi 4 grubundan biri olarak gösterilen New York’lu bir grup. 80’li yılların başından bu yana profesyonel müzik yaşamlarını sürdüren bu büyük efsanenin vokalisti Joey Belladonna ve gitaristi Scott Ian ile Headbang dergisinin röportajı esnasında tanışıp, fotoğraf çekildim. Bu iki büyük efsane yanımdaydı. Joey ile çekildiğim ilk fotoğrafı beğenmedim ve ikinci fotoğrafı çekilmek için özür dileyerek tekrar yanaştım. Tebessüm etti ve “Özür dileme” dedi. Scott ise elimi sıkmak yerine yumruk selamı yaptı ve peş peşe iki fotoğrafta yeraldı benimle. 2007 yılında Blind Guardian’dan Hansi Kürsch ve Andre Olbrich’le tanıştığım anlarda hissettiğim duyguların aynısını yaşadım. Efsanevi anlardı. Yukarıda sözünü ettiğim bu grup, bu büyük efsane Anthrax; Maiden England turnesinde Iron Maiden grubunun alt grubu olarak sahneye çıkıyor. Her gün büyüklüğünü kabul ettiğim Iron Maiden’ın bir kez daha ne kadar büyük bir grup olduğunu kanıtlayan bir gerçeklik. Anthrax, başlı başına bir headliner grup zaten. Big 4’un bu efsane grubu ülkemizde de Iron Maiden’ın alt grubu olarak sahne aldı. Iron Maiden konseri sayesinde onları da izleme onuruna eriştik.

Iron Maiden bu efsane turnesinde 2 alt grupla turluyor. Voodoo Six, daha önce hiç dinlemediğim bir İngiliz hard rock grubu. Anthrax ile tanışma fırsatını geri çeviremeyeceğim için onların sahneden inmesine yakın stada giriş yaptım ve son 2 parçalarını dinledim. Tatmin edici bir soundları ve sahne enerjileri vardı. Onlardan 15 dakika sonra sahneye çıkan Anthrax ise adeta tozu dumana kattı. 1 saatten az sahnede kaldılar ve sadece 9 parça çaldılar. Açılış parçaları “Caught In A Mosh”  ve efsanevi AC/DC coverı “TNT” canlı yaşanılası en güzel anlardandı. Böylesine büyük bir geçmişi ve tarihi olan “Big 4” efsanesinin playlistinde 9 parça olması ve 3’ünün de cover olması garipti ama yinede eğlenceliydi Anthrax’ı izlemek. Anthrax’ten sonra sahne Iron Maiden için hazırlanmaya başladı. Program setlistinde Maiden’ın 20:45 te sahneye çıkacağı yazılıydı. 20:30’da Iron Maiden’ın official videolarını çeken bir grup kameraman ve fotoğrafçı sahneye çıktı. Fotoğrafçılar, seyircilerden havaya girmelerini istediler ve Maiden çıkmışçasına tüm fan.lar coştuk. Onlar da bizi fotoğrafladılar.

Saati tam hatırlamıyorum ama Iron Maiden 20:55 ya da 21:00’de sahneye çıktı. Moonchild ile konsere girdiler. Onları ve Bruce’u görünce tüm yorgunluğumu unuttum. Saatlerdir ayakta durmanın verdiği yorgunlukla ağrıyan bacaklarımı artık hissetmiyordum.     Benim için ilk ve en önemli an ise Moonchild’ın nakarat kısmında Bruce Dickinson’ın oldukça düzgün bir Türkçe ile “HAYDİ TÜRKİYE!” diye bizlere seslenmesi oldu. Tüylerin diken diken olmasının ötesiydi bu an benim için. Bruce Dickinson 55, Steve Haris ve Dave Murray 57, Janick Gers ve Adrian Smith 56, Nicko McBrian ise 61 yaşındalar. Ama onlar, 80’li yıllardaki 30 yaşlarındaki ve en büyük enerjilerine sahip oldukları anlardan farksızdılar. Çok enerjiktiler. Bruce Dickinson en canalıcı konuşmayı Afraid To Shoot Strangers’tan önce yaptı. “Du-yduğumuza göre herkes İstanbul’da ki konserlerini iptal ediyormuş ama Iron Maiden hiçbir şeyden korkmaz” dedi. Bizler ise ona “Her yer direniş, her yer Taksim” diye sloganlarla cevap verdik. Her şarkı esnasında Bruce’un “Scream for me İstanbul, scream for me Türkiye” diye seslendiği anlarda gözlerim doluyordu. Afraid To Shoot Strangers şarkısını seslendirirken konser için en sürpriz anlardan biri daha geldi. Şarkı sözlerinde Bruce “God let us go now and finish what’s to be done” dediği mısra da “God”tan sonra gökyüzüne bakarak “which one” dedi. En özel an ise Fear Of The Dark’ın sözlerini “İstanbul in the dark” ve “Fear of the park” olarak değiştirmesiydi. Kelimelerle anlatılamaz, yaşanılması en güzel anlardan biriydi. Efsane şarkı Fear Of The Dark devam ederken Bruce seyircilerden aldığı bir “Maiden Turkey” pankartını Nicko’nun davuluna yapıştırmak adına şarkının sözlerini eksik söyledi. Konser devam ederken en büyük rüyamı gerçekleştirdiğim için düşündüğümden daha az fotoğraf çektim onları izlemek ve dünya gözü ile mümkün olduğundan daha fazla görebilmek adına sürekli onlarla vakit geçirdim, gözlerimi onlardan ayırmaksızın. Bis esnasında sahneye geri döndüklerinde en sevdiğim şarkıları The Evil That Men Do’yu seslendirdiler. Konser boyunca Eddie harikaydı. Kostümleri süperdi, The Trooper’da Bruce Dickinson klasik İngiliz askeri üniforması ve Britanya bayrağı ile sahnedeydi. The Evil That Men Do sondan bir önceki parçaydı. Bize veda ettikleri parça ise bir başka özgürlük şarkısı olan Running Free oldu. Çok anlamlıydı.

Iron Maiden İstanbul konserinde benim çektiğim bir kare..

Küçücük  bir çocukken dinlemeye başladığım grubu, hayatımın her döneminde yanımda olan bir efsaneyi canlı olarak gördüm ve izledim. O gün gündüz, o gecenin hayalini bile kurarken gözlerimden yaşlar akıyordu. Sevinç gözyaşının tanımını ilk kez o zaman hissettim. 26.Temmuz akşamı ise hayatım boyunca çektiğim tüm acıların hislerimde bıraktığı kaybolmaya yüz tutmuş izleri tamamen yok oldu. O geceden sonra yepyeni bir insan olduğuma inanıyorum. Bu tamamen Iron Maiden sayesinde oldu. Tüm dünya da fanların nasıl hissettiklerini biliyorum artık. 20’li yaşlarımı tamamladığımda üzülüyordum. 29’dan 30’a geçtiğim an her şeyin değişeceğini biliyordum ama 30. yaşımın en güzel yılım olacağını bilmiyordum. Umarım onları yeniden görebilirim.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

GÖZÜ YAŞLI BİR VALS

Rüstem tek başına sürdürdüğü basit hayatını, her zaman sevdiği şeyleri yapmak için yaşayan sıradan bir insan olarak geçirmeye devam ediyordu...