28 Haziran 2016 Salı

ŞARAPÇI HAYRİ ABİ VE BANA ARMAĞAN ETTİĞİ TESBİHİMDEN ÖZÜRÜM

İlk Not: Bu yazı kardeşim Ali ÇELİK'e aittir, kendisinin izniyle blogumda paylaşıyorum. Bu güzel hayat dokunuşu için teşekkürler kardeşim..

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7


Şarapçıları çok severim ben. Yalansız ve riyasızdırlar. "5 Lira ver, şarap alacağım.." gibi net cümleler kurarlar. Ya da yolluk olarak yedek sigara isterler. İzmir'in şarapçılarıysa daha bir farklıdırlar.  Dürüstlüklerinin yanında bir de güzel soru sorup güzel kilitlerler adamı. Güzelyalı'da abimle otururken farkına vardım bu modern zaman dervişlerinin. 

1,5 sene önce Güzelyalı sahilinde bir tanesi ile tanışmıştım. İki kere karşılaşmıştık aynı hafta içerisinde, Gece vakti sahilde içerken. İlkinde benden 5 lira istemişti. Yaklaşımındaki samimiyeti fark ettiğimden yüzümde kocaman bir gülümseme ile uzatmıştım o eski, bir sürü elin değdiği pis parayı. Minnnetle almıştı parayı ama asla eziklik yoktu duruşunda. Hatta hemen ardından "Fazla sigaran var mı?" diye sormuştu. Ağzımda yanan sigaradan derin bir nefes çekip kapağını açtığım paketi uzatmıştım. Kısmetine iki tane çıkmıştı paketten. "Buyur" dercesine ikinci sigarayı alana kadar beklemiştim. 

"İki sigara verdin madem, bir soru sorayım öyle gideyim" demişti. "Sor" dercesine kafamı hafifçe sallamıştım. O sıra sigaramı bitirmiş, içmekte olduğum biramdan bir yudum daha almıştım. Şişeyi yere bıraktığımı gören modern zaman dervişi, (Adı sanırım Hayri idi. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama hayırdan bahsettiğine bahse girerim) o anda yapıştırmıştı sorusunu.

"Yalnız kalmak mı seni daha çok korkutur? Aşık olmak mı?" dedi. İlkin idrak edememiştim soruyu. Kısa bir an yüzüm buruşmakla şaşırmak arasında bir hal almıştı. Şükür ki hızlı topladım kendimi bu beklemediğim soru karşısında. Az önce cebime koyduğum paketi tekrar çıkartarak, usulca bir sigara daha uzatmıştım Hayri Abi'ye. Sessiz ve ısrarlı şekilde uzattığım üçüncü sigarayı alırken yüzüme bakmış ve konuşmuştu..

"Anladım, sen aşık olmaktan korkuyorsun.."

Ve sonra elindeki siyah poşete koymak üzere şişeleri toplamak için yoluna devam etmişti. Bir şarapçı bana hayatımın belki de en net dersini vermişti hem de beni konuşturmak istediğini düşündürterek ama hiç konuşturmayarak. Toparlanmıştım ve apar topar eve yol almıştım..

Aradan bir kaç gün geçmişti. Yine bir akşam Güzelyalı sahilinde içiyordum. Son biramdı sanırım. Uzaktan bana yaklaşan adamı tanımıştım. Üstü başı kir, düşünceleri pak içindeki Hayri Abiydi. (İsmini bildiğim kadarıyla) Gelip oturduğum bankın önünde durmuştu. Bir kaç saniye bakıp. "Para istemeyeceğim." demişti. Yavaşça hareketlenmiş ve iç cebimdeki sigara paketimi çıkartmıştım. Bir sigarayı uzattığımda ama o çoktan kendi sigarasını ağzına yerleştirmişti. Çakmağımı çıkarıp, siyah gecede yakmıştım. Sigarasını yakıp derince sayılacak bir nefes çektikten sonra "Madem ateşin var, ne duruyorsun karanlıkta? Haydi koş hayata" demişti ve kurduğu cümlenin ne olduğunu anlamadığımı düşünmüştü ki devamına kendi yorumunu eklemişti. "Bakış açısını değiştiremiyorsan kafanı değiştir" demişti. Dediğim gibi ne dediğini anlamadığımı sanmış olmalı ki sigarasını tüttüre tüttüre gitmişti.

Aynı şarapçı, aynı modern zaman dervişi bir kaç gün arayla yüzüme aynı tebessümü bırakıp, bir öncekinden daha bodoslama şekilde bana hayat dersi verip gitmişti yanımdan. Ertesi gün ilk işim Alsancak'ta küçük dükkanında zanaatını icra eden berberim Sait Abiye gidip "Bakış açısını değiştiremediğim kafamı değiştirmek" oldu. "Üç numara yapalım abi." dedim. "Ali, emin misin saçların oğlum." dedi. "Kökü bende abi." dedim. 

Sonra aradan bir kaç hafta geçti. Güzelyalı'nın sahilinde güneş o kadar güzel batıyor ki efendiler, inanın siz de içerdiniz. Ki bende yine içmiştim o akşam. Gece olmuştu. Bilen bilir. Muzom Restoranı geride bırakıp gedikli tekel bayim olan Promil'i de geçip abimin evine giden o yokuşu tırmanmaya başlamıştım. Yokuşun bitişine yakın bir apartmanın kapısında oturmuş, battaniyesine sarılmış, mevcut soğuktan korunmaya çalışan birini gördüm. Alkolün bana verdiği yetkiye sığınarak olduğum yede durdum ve onun olduğu yere baktım. Tabi ki Hayri Abiydi. (Yine söylüyorum ismini bildiğim kadarıyla) Beni fark etmemiş olacak ki, içimden kurduğum cümleyi sesli dile getirdim. 

"Müşfik Kenter." dedim. Battaniyesinden sıyırdığı yüzüyle baktı sesimin geldiği yere. Anlamadığını varsayarak açıklama gereği duydum.

"Madem ateşin var, ne duruyorsun karanlıkta? Haydi koş hayata" dedim ve "Müşfik Kenter ne güzel oynamış 1987 yılında Füruzan'ın eserini." dedim. Kadife kadife gülümsedi. Kalktı usulca. Urbasının sağ cebindeki elini çıkardı. Elinde bir tespih vardı. Gecede göremiyordum ama belli ki kalender bir tespihti. Soğuk havada salladı ve önüme doğru attı o tespihi. 

"Ben çok çektim, biraz da sen sen çek madem" dedi. Ben kıpırdamadan dururken gerisin geri battaniyesine sarıldığı merdivene döndü. Sokak o kadar sessizdi ki sarhoşluğum saygı duruşuna geçti adeta o siyah taşlı tombul tespihi yerden alırken. Hayri Abi soğuk merdivenine döndü, ben onun bana emanet tespihini yerden alıp evime döndüm.

Sonra görmedim bir daha Hayri Abiyi. Takip eden bir senede abimin yanından ayrıldım. Kendi evime çıktım. Bu akşam abimin ricası üzerine onda kaldım. Kendisi Çeşme'de idi ve kızımız, küçük  siyam kedimiz Çöl yalnız kalmasın diye ben gelmiştim. Yaklaşık bir buçuk saat önce umarsızca ve hiç bir şey beklemeyerek Güzelyalı sahilde yürümeye çıktım. Karataş'a yaklaştığım bir yerde sahilde bir bankta ellerini göğsünde birleştirmiş bir adama denk geldim. Üstü başı eski. Sakalları uzun. Uyumuyordu belli. Ellerini göğsünde birleştirmiş, ayaklarını uzatmış gökyüzünü izliyordu. Kendisini rahatsız etmeyecek ama kendimi belli edecek bir mesafede durdum ve bir sigara yaktım. 

Bir süre sonra beni fark etti. Gökyüzüne çevirdiği başını ağır ağır yüzüme çevirdi. Tanıdık bir gülümseme yerleştirdi suratına. Hayri Abi (İsmini hala öyle biliyorum) bana bakıyordu. Ben bir sigara ya da şarap parası isteyecek zannederken göğüs kafesimi bir mızrak gibi delen o sorusuyla karşı karşıya kaldım. 

"Tespih umarım sana çok çektirmedi? Hala sende mi evlat?"

Böyle bir yutkundum. Durdum, durakladım. 

"Bende abi." dedim.

Daha bir gülümsedi. Bir çok hayat dersinden daha çok surata çarpan ifadesiyle konuştu.

"Sen neden bu kadar yalnızsın çocuk?" dedi. Ne dediğimi bilmeden şu cümle döküldü dilimden. Ali Lidar'dan bulmuştum verecek cevabı.

"Kendime bile tahammül edemezken bir benzerimle yakınlık kurma fikri bile oldum olası ürpertti beni...

Ve umarsızca devam etti.

"Umarım sevdiğin kadın sana benzemez. Benim tespih inşallah çok çektirmedi sana Ali.. Tespih hala sende mi?

Kısacık cevap verdim.

"Bende Abi."

Devam etti.

"Umarım kafanı değiştirmişsindir çocuk.."

Kurşun gibi ağırlaşan gecede, yanından uzaklaşmadan tek bir cümle çıktı ağzımdan.

"Yarın ilk iş berberime gidiyorum abi."

Merak edene cevap olsun, o güzel tespih, kendisini hiç hak etmeyen bir Havva kızında ve o tespihi ona veren bu günahkar Adem oğlu..

ALİ ÇELİK

8 Mayıs 2016 Pazar

TRAVMATİK ZAMAN KAPSÜLÜ

Müziğin en sevdiğim yanı; kendinizden birşeyler bulduğunuz grupların sizi sadece notalarıyla veya gitar tonlarıyla değil, evrensel olarakta etkileyip, dünyanın dört bir yanından insanlarla tanışmanızı ve birşeyler paylaşmanızı sağlaması. Sao Paolo’da yaşayan bir arkadaşım var. Kendisiyle Blind Guardian’ın fan club sitesinde tanışmıştık. Biraz ondan bahsetmek istiyorum.


Iron Maiden’ın son albümü “Book Of Souls”un dünya turnesinde, geçtiğimiz ay Brezilya’da ki konserlerinden biri Sao Paolo’da gerçekleşti. Heavy Metal müziğin dünya üzerindeki yapıtaşı olan her headliner grupta ki gibi Iron Maiden’ın da konser biletleri ucuz değildi. Brezilyalı arkadaşım Faby’nin o konsere gidebilmesi için, manav dükkanında çalışan 63 yaşındaki babası, ailesi için ekstra masraf olan konser biletini karşılayabilmek için bir hafta boyunca çift vardiya çalışmıştı. Faby, babasının ve konser biletinin fotoğrafını sosyal medya hesaplarında paylaştığında, onun için yazdığı sözleri okuduğum an gözlerim dolmuştu. Çok duygulanmıştım. Sevdiğim müziğin; düşüncelerimin ve kavramaya çalıştığım bu hayatın çok ötesinde bir değer olduğunu bir kez daha anlamıştım.


Ailemin dinlediğim müziğe farklı bir bakış açısıyla yaklaşması ve metal müziği sadece bir kuru gürültü olarak görmesi benim yaşamım boyunca bu müziğe daha çok bağlanmam adına bir inatlaşma değildi. Tam aksine bu müziğe aşıktım. Heavy Metal müziğe gerçekten büyük bir aşkla bağlı olduğum için her geçen gün daha çok sevdim. Ailem onaylamadığı için değil. 7.Eylül.1998’de Iron Maiden ilk kez Türkiye’ye geldiğinde 16 yaşımdaydım. O konsere gitmeyi çok istememe ve tüm yalvarmalarıma rağmen ailem buna izin vermemişti. Benim için büyük bir travma olmuştu. Bu olaydan 1 yıl kadar sonra Ankara’da görüp çok beğenerek aldığım Sepultura tshirtüm ise sadece birkaç kez giyebildikten sonra haberim olmaksızın evde toz bezi olarak kullanılmaya başlanmıştı. Geçmişte böyle şeyleri yaşadıktan sonra Brezilyalı arkadaşım Faby’nin babasıyla ilgili yaptığı paylaşım beni gereğinden daha fazla etkilemiş oldu. Benim kendi ailemle hiçbir zaman yaşayamadığım durumlar ve bundan sonra da hayatımın geri kalanında yine hiçbir zaman yaşayamayacağım hisler bunlar.


Ben Iron Maiden’ı ilk kez 26.Temmuz.2013’te, “Maiden England European Tour” Avrupa turnelerinin İstanbul konserinde izleme şansına eriştim. Kendi ekonomik özgürlüğümü elime aldıktan sonra kimselere bağlı kalmaksızın hayatımın bu en büyük olaylarından birini yaşamak muhteşem bir duygu olmuştu. Bu benim için ne kadar efsanevi olsa da; Brezilyalı arkadaşım Faby, ailesinin onun için yaptığı fedakarlık sonucu bu mutluluğa ulaşmıştı. Iron Maiden’ı ilk gördüğüm an da hissettiğim sevinci hiçbir şeyle kıyaslayamam ama eminim ki Faby benden daha büyük bir sevinç ve heyecan hissetmiştir.



33 yıla, bir Iron Maiden, bir Metallica, bir Anthrax ve tam iki kez Blind Guardian konserleri sığdırdım. Hatta Blind Guardian ve Anthrax ile tanıştım. Yani yarın ölsem üzgün olarak ayrılmam bu dünyadan. Yaşadığım süre boyunca elimden geldiğince kültürel etkinliklerde yeralmaya çalışıyorum. 1.Kasım.2015’te yaşadığım şehire, Uruguay eski devlet başkanı Jose Mujica, bir söyleşi için gelmişti. Daha çok siyasal anektodlar dışında bir insan olarak yaşadığımız hayata karşılık, hareket ettiğimiz duygu ve düşüncelerimize yönelik değerler katmıştı bana söyleşisinde. 



Doğu Yücel ile beraber
25.Temmuz.2013 - İstanbul
Iron Maiden konserinden 1 gün önce..



22.Nisan.2016’da İzmir 9 Eylül Üniversitesi kampüsünde, yazar Doğu Yücel’in “Hayalet Kitap” isimli romanında, öykünün geçtiği yerlerden biri olan (o zaman ki adıyla Sherwood) şimdi ki adıyla Denge isimli yerde gerçekleşen söyleşisine katıldım. Hayalet Kitap platonik bir aşkı anlatıyor ve benim yaşamım boyunca okuduğum en kıymetli kitaplardan biri. Bu kitap kendime ait en çok şey bulduğum eserlerdendir ve hayatımda çok büyük bir yeri vardır. Doğu Yücel üniversite eğitimi süresince yaşadığı tek taraflı bir aşkı kaleme alıp mükemmel bir öykü ortaya çıkarmıştır. Söyleşinin başında “Üniversite yıllarımda bir kıza aşık olmuştum. Tek taraflı bir deneyimdi ve benim için travmatik yıllardı. Ama ben o travmatik yılları eğlenceye dönüştürebilmiştim.” demişti. Bu cümlelerinden çok etkilenmiştim. O travmatik yılları acı ve hüzünle yaşamak var bir de eğlenerek yaşamak var. Çoğumuz platonik duygulara kapılmışızdır. Biri sizi, sizin onu sevdiğiniz gibi sevmiyorsa neden hep bu duyguya bağlı kalarak ondan vazgeçmeden sevmeye devam ederiz? Bir gün onunda sizi aynı şekilde sevme ihtimaline olan inancımızdan mı yoksa ondan daha iyi birinin karşımıza çıkacağı anı yakalayana kadar mı? Ben belki yazar Doğu Yücel gibi başarılı olamadım ama onun bana kattığı değeri inkar edemem. Tek tarafa hapsolmuş duyguların aslında çok kıymetli olduğunu ve o duyguların hiçbirinin gereksiz bir zaman kaybı olmadığını, tam aksine yaşamımın geri kalanında gerçekten benim sevdiğim gibi beni sevecek bir insanla karşılaştığımda o sevgi için neler yapabilecek güçte olduğumu gördüm ben Hayalet Kitabı okurken.



Doğu Yücel ile beraber
22.Nisan.2016 - İzmir 



Umarım hayatım boyunca; ben yaşamamış olsam da arkadaşım Faby’nin yaşadığı ve kendim yaşamışçasına sevineceğim mutluluk temelli durumlarla ve Doğu Yücel’in yazıları gibi tüm yaşamımı olduğu gibi etkileyecek kültürel olaylarla sık sık karşılaşırım. Bana armağan edilmiş bu yaşamı bu değerlerle tamamlamak çok güzel olur.


OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7


9 Nisan 2016 Cumartesi

EUROLEAGUE 2015-16 SEZONU TOP 16'NIN ARDINDAN


Bir Euroleague sezonunu daha geride bırakıyoruz. 14 haftalık heyecan dolu son 16 maçları sona erdi ve temsilcilerimizden sadece Fenerbahçe play offlara kalarak final four için yoluna devam etme başarısını gösterdi. Anadolu Efes ne yazık ki geçen yıl başardığı play off hedefinden bu yıl geride kaldı. Sadece 2 sezon öncesinde Türkiye Basketbol 2. Liginde mücadele eden Darüşşafaka Doğuş ise ilk Euroleague sezonunda ikinci tur Top 16’ya kalarak önümüzdeki yıllarda çok iyi bir takım olacağının sinyallerini verdi. Son Türkiye şampiyonu Pınar Karşıyaka Euroleague’e ilk tur gruplarında veda ederek Eurocup’ta başarılı bir grafik ortaya koydu. Herşeye rağmen 4 takımla başladığımız bu uzun yolculukta halen Fenerbahçe ile yolumuza devam ediyoruz.

 

Temsilcilerimizden Anadolu Efes’in yanı sıra Yunan takımı Olympiacos içinde hayal kırıklığı ile geçen bir sezon oldu. Top 16 maçları öyle çekişmeli devam etti ki; 7 galibiyet ve 7 mağlubiyetli takımlar arasından Efes, Khimki ve Brose elenirlerken, Real Madrid ve Kızılyıldız ikili averaj üstünlükleriyle play off yaptılar. Bu sonuç savunma basketbolunun ne kadar önemli bir faktör olduğunu bir kez daha ortaya çıkardı.

 
 
Play off eşleşmeleri de çok çekişmeli geçecektir. Fenerbahçe grubundan 1. Sırada ve saha avantajıyla çıkmış olsa da rakibi son şampiyon Real Madrid oldu ve rakip Madrid olunca inanın 1. veya 4. Olarak play off’a çıkmanın bir farkı yok. Bu noktada Fenerbahçe saha avantajını en iyi şekilde kullanmak zorunda. Ne kadar güçlü olsalar da CSKA Moskova’nın bu yıl en önemli şampiyonluk adayı olduğunu düşünüyorum. CSKA grubunu 1. bitirirken Real Madrid, Barcelona, Olympiacos gibi şampiyonluk adaylarının arasından sıyrıldı ve maç başına 90+ sayı ortalaması yakaladı. Fenerbahçe 1. bitirirken bu kadar kariyerli rakiplerle oynamadı. Aslına bakarsanız bu sıralamalarda bir ölçü değil ama CSKA ile karşılaştıklarında işlerinin herşeyden daha zor olduğunu düşünüyorum. Tabi bunu görebilmemiz için önce Madrid’i eleyip final four’a kalmalılar.
 
 

Kendi takımım Efes için ise söyleyecek  pek bir şey yok. Sadece ben değil tüm yakından takip edenler böyle bir başarısızlığı beklemiyordu. Umarım seneye değişen Euroleague formatında daha iyi bir yapılanma ile yine final four hedefi olan daha güçlü bir takım olarak sezona başlarız.




Her yıl basketbol sezonu bitmek üzereyken içimi hep kuru bir hüzün kaplar. Öylesi bir spor ki, tarifi mümkün değil benim için. 4-10 Temmuz arası A Milli Basketbol takımımız “12 Dev Adam”ın olimpiyat elemeleri ile bu yaz da yeni bir heyecan yaşayacağız. Ama öncesinde Fenerbahçe basketbol takımına Euroleague final four’una giden yolda yürekten ve sonsuz başarılar.

 

OSMAN ÇELİK

www.twitter.com/ocelik7  

6 Ocak 2016 Çarşamba

KÖK

NOT: Filmi izlemeyenler için bu yazı ciddi spoiler içerir.


2001 yılında,  vizyona girmeden önce gerçek bir yaşam öyküsüne dayanan “A Beautiful Mind” filminin çıkan ilk fragmanı beni çok etkilemişti. Russell Crowe ve Paul Bettany gibi akademi ödülü ve adaylıkları bulunan usta oyuncuların başrollerini paylaştıkları ve gerçek bir hikayeden uyarlanan film elbette kötü olamazdı ama bu işin bir de fragman endüstrisi var. Hollywood en berbat filmler için bile öyle iyi trailerlar hazırlar ki sinemaya gidip muhakkak görmek istersiniz. Bu hayal kırıklığını “Vanilla Sky” filminde yaşamıştım. Fragmanıyla filmi tam anlamıyla tezat oluşturan bir çalışmadır “Vanilla Sky” ve o filmin fragman yapımcıları bence işlerini en iyi yapan sanatçılar. 1997’den beri fragmanı bu kadar süper olupta filmi tam aksine berbat olan bir başka çalışma daha görmedim.


Konu fazla dağılmadan; çoğu filmin fragmanında hikayeyi anlatan tok ve etkileyici bir ses tonuna sahip birileri olur. “A Beautiful Mind” filminin fragmanında geçen cümle beni derinden, tarifsiz yaralamıştı.  Tam anlamıyla verdiği mesaj şu şekildeydi. “Düşünün, sevdiğiniz insanları, ailenizi, aşkınızı düşünün. Onları ölümleriyle kaybetmiyorsunuz. Onların aslında hiç var olmamış olduklarını düşünün. Aslında hiç yoktular, onlar sadece sizin zihinlerinizde yaşayan birer hayal ürünü kişilerdi ve günün birinde siz bu gerçekle yüzleştiniz.” Princeton Üniversitesinden Dr. John Nash’in yaşamak zorunda kaldığı bir trajediydi bu olay ve Ron Howard’ın yönetmenliğinde başarıyla beyaz perdeye aktarılmıştı.


“I Origins” filmi 2014 yılında çevrilmiş ve bu filmi izlemeden geçirdiğim yaklaşık 2 yıl için kendime kızıyorum şu an. Bu hayatta birçok şey öğreniriz, karşılaştığımız çok şey vardır. Okuduğumuz bir  kitap, izlediğimiz bir film, katıldığımız bir söyleşi vb. bir çok durumda karşılaştığımız olaylar yaşamlarımıza gerçekten çok değer katar. 2 yıl önce duygusal ve ruhsal olarak zor zamanlarım olmuştu ve vakti zamanında bu filmi kaçırmayıp izleyebilseydim o anlarda hayatıma ve değer yargılarıma gerçekten anlam kazandıracağına ve insanı etkisi altına alan bu ruhsal değişime pozitif yönde sürükleneceğime emindim. 2001 yılında ilk kez izlediğim ve sonrasında bir “Yüzüklerin Efendisi” serisi kadar olmasa da defalarca yeniden seyrettiğim dram ve otobiyografi filmlerinin en güzellerinden biri olan “A Beautiful Mind” tan tam 15 yıl sonra beni aynı ölçüde derinden etkileyen tek film “I Origins” oldu.


Yakın arkadaşlarım Aşkın ve Kaan çoğu zaman olduğu gibi evime oturmaya geldiler. Misafirim oldukları her zaman evimde alkol eksik olmazdı. Çok konuşur, geyik yapar, güler eğlenirdik hep. Birlikte oturup sinemaya gitmediğimiz zamanlarda evde film seyrettiğimiz anlar çok az olmuştur. Ya basketbol maçı seyrederiz ya da eften püften şeylerden muhabbet ederiz. Bu akşam farklıydı. Bira, votka veya rakı yerine çay, nescafe ve kurabiyeler vardı. Kaan yanında harici hard discini de getirmişti ve onun arşivinden kendi arşivime filmleri aktarıyordum. “I Origins”i gördüğümde konusunu sordum. Bahsetmedi ve “mutlaka şu an açıp izlemeliyiz” dedi.


Birçok sahnesinde yerimden birkaç kez fırlamama neden olan film sayısı çok azdır. “I Origins” filminin çoğu sahnesinde istem dışı titrediğimi, ruhumun ve zihnimin tamamen bunun etkisinde kaldığı anları çok güçlü bir şekilde yaşadığımı hissettim. “I Origins” aşırı duygusal olan insanlara gerçekten çok zarar verecek niteliklere sahip bir film ve buna rağmen sizi içine alıyor, filmi bırakmanıza izin vermiyor. Arkadaşlarım gittikten sonra bazı yerlerini geri alıp, o sahneleri yeniden izledim. Kesinlikle hayatımda yeniden izleyeceğim filmlerden biri olacak. Filmin bana kattığı anlam duygusu ne kadar imkansızlıklarla dolu olsa da soyut olarak insanın içinde çok büyük bir güce hitap ediyor. Sadece soyut olarak düşünün, sevdiğiniz bir insanın ölümünü görüyorsunuz ve onunla yaşamdan sonra yeniden karşılaşıyorsunuz. O sevgiye, o ruha yıllar sonra yeniden kavuşuyorsunuz. 1999 yılında Dream Theater’ın ilk konsept albümü “Metropolis 2: Scenes From A Memory”nin cd.sini satın almıştım ve o albümü baştan sona dinledikten sonra reenkarnasyona ilgi duymuştum. “I Origins” filmi, sizi içine alıp, bu hissin aklınızda çok yoğun bir şekilde dolaşmasını sağlıyor. Filmde birbiriyle alakalı sahnelerin takibinde ve yapılan bilimsel testler sırasında ekrandaki görüntüleri ve duygu yoğunluklarını tarif edemeyeceğim bir büyüklükte kalbimde ve zihnimde yaşadım. Uzun süredir beni bu kadar çok etkileyen bir film izlememiştim. Muhakkak izlemelisiniz. Yönetmen Mike Cahill ve oyuncular Michael Pitt ile Astrid Berges efsane bir iş çıkarmışlar.


Son olarak, “The Walking Dead” dizisini 2010’dan bu yana takip ediyorum ve dizinin önemli oyuncularından Steven Yeun’da “I Origins” filminde çok başarılı bir şekilde yardımcı oyuncu rolünü üstlenmiş. “The Walking Dead” dizisi günümüzde fenomen olmuşken ve birçoğumuzun hayatına giren önemli bir yapıtken ben yine de zamanında “I Origins” filmini yakalayamamışım. 2 yıl gecikmeli de olsa bu duygu yoğunluğunu yaşamak harikaydı. 

 OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

18 Kasım 2015 Çarşamba

THOMAS HEURTEL: GERÇEK BİR LİDER YA DA SIRADAN BİR GUARD

Geçtiğimiz sezonun ortasında Euroleague'in A lisansına sahip elit takımlarından Anadolu Efes'e transfer olan Thomas Heurtel, hem kariyerindeki en önemli anlaşmalardan birini yaptı hem de yeteneklerini gerçekten sergileyebilmek adına iyi bir şans elde etti. Anadolu Efes gibi Final Four hedefleyen takımlardan biri sezon ortasında saha içi liderliğini taşıyacak bir oyuncuyu transfer ederek tüm takımın  gidişatını, bütün sporcuların ortaya koyacağı performanslarını birinci dereceden etkilemiş oldu.


Fransa bugüne kadar en iyi guardları yetiştirdi. Tony Parker, Antoine Rigadeu, Nando De Colo gibi oyuncular NBA ve Euroleague'de kendilerini kanıtladılar. 1989 doğumlu Fransız guard Thomas Heurtel ülkesinin ihtiyacı olduğu bir değer olduğunu göstermek için de en iyi oyununu ortaya koymak zorunda. Çünkü Tony Parker'ın kariyeri artık sona ermek üzere ve onun yerini dolduracak en  büyük adaylardan biri Thomas Heurtel. 

Anadolu Efes head coachu Ivkovic ona çok güveniyor. Oyun düzeninin tamamını onun üzerine kuruyor. Ivkovic böylesi kumarlar oynarken birçok basketbol otoritesi bu hamlelerin sağlıklı olmadığı yönünde beyanlarda bulunuyor. Geçtiğimiz sezon Top 16 öncesi sadece Draper ve onun ardında çok az süre alan İrlandalı guard Donnie McGrath'ın ellerinde hücum eden Efes sezonun ikinci yarısında Laboral'den Heurtel'i transfer edip topu tamamen onun ellerine teslim etti. Heurtel Top 16 maçları boyunca bireysel performansını en iyi şekilde ortaya koydu ancak takım çok fazla maç kaybetti. Euroleague anouncerları ve bir sürü yorumcu; Heurtel iyi oynuyor ama Efes kaybediyor, bunun bir anlamı yok, onun gelişi tüm takımın kimyasını bozdu şeklinde yorumlarla görüşlerini sundu. Efes kendisinden beklenmeyecek şekilde son maçta final 8 şansını elde etti. Malaga, aynı ülkenin takımı Laboral'i son maçta yenmeseydi Efes play off oynayamayacaktı. Malaga'nın kıyağından sonra Real Madrid ile eşleştiler. Seriyi 3-1 kaybederek elendiler. İspanya'da ki ilk maç ve İstanbul'da ki ilk maç basketbol adına çok güzeldi ve Efes için umut vaad ediyordu. 1-1'den sonra serinin ortada olduğu belliydi ama Real Madrid ağırlığını koydu ve 3-1 ile final four'a yükseldiler. Ardından da Euroleague şampiyonu oldular. Top 16 maçları ve play off serisi boyunca Heurtel kendi başına güzel oynadı ama Efes'in kaybettiği maç sayısı daha fazlaydı. Bu bir soru işareti olarak akıllarda kaldı.

2015-16 Euroleague'de Efes-Milano maçı öncesi ben ve Thomas Heurtel

2015-16 sezonu başladığında artık beklentiler de üst seviyedeydi. Heurtel'in yanına çok kaliteli transferler yapıldı. Onun yönettiği takım ve bu kaliteli kadro ile Efes birçok otorite tarafından yine final four adayı olarak gösterildi. Euroleague'e çok güzel bir başlangıç yapıldı. Deplasmanda ki Limoges ve İstanbul'da ki Milano maçları farklı kazanıldı. Milano maçında Heurtel'i ilk kez tribünden izledim ve ilk adımının ne kadar güçlü olduğunu, şut yeteneğini, saha görüşünü, inanılmaz pas becerisini yüz yüze gördüm. Alınan iki galibiyetten sonra aynı geçen yıl ki Top 16 maçlarında olduğu gibi yeniden bir çöküş yaşandı. Ard arda alınan 3 mağlubiyet yine soru işaretlerini beraberinde getirdi. Son ikisi uzatmalarda geldi ama telafisi olmayan maçlar ve çok şanssız hatalarla yaşandı. Heurtel bu kadar iyi oynarken kaybetmek özellikle onun son anlarda ki tercihlerinin oyuna direkt etki etmesi fazlasıyla anılır oldu. Şimdi konuşulanlar ise Antoine Granger'ın liderlik pozisyonunda daha çok bulunması, Thomas Heurtel'in bu yükü kaldıramadığı gerçeği. Yorumuna, kalemine çok güvendiğim basketbol yazarları bunları yazdı. Ancak tam aksini düşünüyorum ve Ivkovic'e güveniyorum. O dünya basketboluna Petrovic'i kazandırmış bir antrenör ve Thomas Heurtel ile ilgili sezgilerinde en ufak bir şüphe duymuyorum. Bunu Thomas Heurtel'i çok sevdiğimden ya da Granger'ı sevmediğimden söylemiyorum. Efes için ter döken her oyuncu benim için kıymetlidir. Ama asıl önemli olan Efes'tir ve inanıyorum ki ilk tur kalan maçlarda Thomas Heurtel hem kendi güçlü karakterini yansıtacaktır hem de takımı en iyi şekilde yönlendirip final four'un yine en güçlü adaylarından biri olduğumuzu tüm Avrupa'ya hatırlatacaktır.

Zaferlerle dolu yeni blog yazıları paylaşacağım anlar gelir umarım. Bu arada dip not; basketbol ile ilgili her yazı yazdığım esnada bana speakerlarımdan genellikle Guns 'N Roses, Scorpions, Deep Purple ve burda adını sayamayacağım birçok grubun soft şarkıları eşlik eder. Bu gece bu yazıyı yazmaya başladığım anda çok sevdiğim bir arkadaşım bana Halil Sezai'nin "İsyan" parçasının linkini gönderdi. İnanılmaz manidar bir şekilde bu yazıyı yazmaya bu parça ile başladım. Umarım Thomas beni utadırmaz ve Efes ile ilgili daha güzel yazılar paylaşabilirim.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

8 Kasım 2015 Pazar

EN GENÇ VE EN BAŞARILI COACH UFUK SARICA


Bugün basketbol ligimizde çok önemli bir maç oynanacak. Son lig şampiyonu Karşıyaka, son finalist Efes'e konuk oluyor. Geçen yıl ki play off finali serisinde Efes'i hem İstanbul'da hem de İzmir'de 4 maç üst üste yenerek 27 yıl aradan sonra ikinci şampiyonluğuna kavuşan Karşıyaka takımında bu sezon çok önemli değişiklikler var. Efes'in ise bu maça çok farklı şekilde hazırlandığına inanıyorum. Efes bu yıl 40. kuruluş yılını kutluyor. Efes'i tam 20 yıldır izliyor ve takip ediyorum. Bırakın bir takıma üst üste 4 kez yenildiklerini herhangi bir kulvarda, değişik takımlardan bile üst üste 4 kez bir mağlubiyet serisi yaşadıklarını görmedim. Sezon öncesi Cumhurbaşkanlığı Kupası finalinde Samsun'da karşılaşan iki takımdan galip gelen Efes oldu ve Cumhurbaşkanlığı kupasını Karşıyaka'ya kaptırmadı. Bu çizgisinden kurtulmamak için elinden geleni yapacak yetenekli bir kadroya, akıl küpü bir coach'a ve geçen yıldan kalan bir hesaplaşma azmine sahipler. Arada geçen zaman boyunca herşey Efes'in lehine gitti. Cumhurbaşkanlığı finalini vermediler, Euroleague'de daha iyi bir konumdalar ve gün gibi ortada ki; Karşıyaka şu an TBL'nin yenilgisiz lideri olsa da çok yıpranmış durumda. Karşıyaka gördüğüm kadarıyla Euroleague sertliğinde basketbol temposunu kaldıramıyor, bu seviyelere alışık değil ve Euroleague'de başarısız bir performans çiziyor. Ellerinde ki tek şey TBL'de iyi bir sezon başlangıcı yapmış olmaları. Ama bu ritmi kaybetmek içinde bir sürü sebepleri var.

Karşıyaka'nın bu sezon ilk Euroleauge maçına gittim. İzmir'de Barcelona'yı yendiler ve bu muazzam bir zaferdi. Oyunun kontrolü hep Karşıyaka'daydı. Tribünde oturduğum yer Karşıyaka benchine çok yakındı. TV'ler çoğu zaman herşeyi göstermezler. Karşıyaka basketbol takımının içinde çok büyük bir kopukluk hissettim. Coach Ufuk Sarıca yaptığı hatalı bir hareketten sonra Justin Carter'ı uyarıyordu. Maçın devam ettiği bir andı ve benchte ki Carter, Ufuk hocaya öyle bir çıkışıyordu ki bağırışları nerdeyse tribüne ulaşıyordu. Ardından çok ilginç birşey daha gördüm Carter parmağıyla Ufuk Sarıca'ya uyarı işareti yapıyordu sanki "benimle uğraşma kötü olur" der gibi bir hareketti. Ufuk hiç oralı olmadan döndü ve sahadakilere direktif vermeye devam etti. Bu tablo basketbol adına çok çirkin bir görüntüydü. Düşünsenize, önde götürdüğünüz bir maçta bile böyle problemler yaşıyorsunuz, kontrolü kaybettiğiniz ve kazanma ihtimalinizin uzak olduğu maçlarda ne yapacaksınız? İşte bu takım içi sorunların en büyük yansıması Lokomotiv Kuban deplasmanı oldu. İlk yarı 5 sayı ile önde kapattı Karşıyaka ama maçı 20 sayı farkla verdi. İlerleyen haftalarda Ragland'ın da takımda uyumsuzluk yarattığını ve coach Ufuk Sarıca ile problemler yaşadığını gördük. Karşıyaka Türkiye Basketbol Liglerinin şampiyonu, onlara sonuna kadar saygı duyuyorum ve seviyorum ama bu mantalite ile ilerledikleri sürece bir sonraki şampiyonlukları yine 20 küsür yıl sonra gelir.

Aslında söylemeden geçmek istemediğim bir başka konu da coach Ufuk Sarıca'nın durumu. Ufuk hoca çok büyük bir enerji ile Karşıyaka'ya tarihinin en büyük başarılarını yaşattı. Ama onun görevi burda bitmeliydi. Karşıyaka, Türkiye şampiyonu olduktan sonra Euroleague'de final four oynayacak bir kapasiteye sahip değil. Elbette bu harika olurdu ve bunu istemediğimden söylemiyorum kimse yanlış anlamasın ama eğri oturup doğru konuşalım; bunun için ne gerekli bütçeye ne de yeterli kadroya sahipler. Ufuk Sarıca'nın burdaki kararını asla anlayabilmiş değilim. Avrupa'da koyulan hedef sadece Euroleague'de bir üst tur ve kazandıracağı şeyler en iyi ihtimalle belki bir lig şampiyonluğu daha ya da Türkiye kupası. Amaçlar bu kadar belirginken Karşıyaka'da kalmayı tercih etti. Bu karara sonuna kadar saygı duyuyorum mutlaka bildiği birşeyler vardır. Ama düşünmeden edemiyorum; Panathinaikos kulüp yetkilileri onu ikna etmek için günlerce İzmir'de kaldılar fakat o kabul etmedi. İlk coachluk yıllarında Efes'in başında çok önemli bir tecrübe edindi. Ama daha yeniydi ve Türkiye liginde de, Euroleague'de de başarısız oldu. Sonra Karşıyaka'ya geldi. Orda ona verilen görevi layıkıyle yaptı. Orta sıralarda gidip gelen bir takımı adım adım Türkiye şampiyonluğuna taşıdı. Sonra önüne koyulan yetersiz bütçe ve şampiyon yaptığı takımdan giden oyuncular bile düşüncesini değiştiremedi. Sonuç olarak, şu anda Euroleague'de ilk tur grup maçları tamamlanmak üzereyken son sıradalar. TBL'de firesiz devam ediyorlar ama Euroleague'in onları fazlasıyla yıprattığı bir gerçek ve bu akşam oynayacakları Efes maçında bu sezon TBL'de ki ilk yenilgilerini almaları da muhtemel. Ufuk Sarıca genç bir coach ve önünde daha upuzun yıllar var ama benim düşüncem Karşıyaka'dan ayrılmayışıyla kariyerinin en büyük hatalarından birini yaptı. Karşıyaka Türk basketbol tarihinin önemli kulüplerinden biri ancak TBL'de yıllarca şampiyonluğa oynayacak ya da Euroleague'de final four kovalayacak ne bütçeleri var ne de kadroları. Bir sezon yüreğinle, parkelerde adeta can verircesine oynarsın ve bileğinin hakkıyla şampiyonluğu kazanırsın ama geldiğin yer bellidir ve bu başarıdan sonra yıldızlar bir bir giderler. Daha çok para kazanabilecekleri takımlara, daha çok kendilerini gösterebilecekleri ve daha çok başarılı olabilecekleri kulüplere giderler. Bu bir sistemdir. Her zaman daha iyi kontratı alabilmek için yol alırlar.

Ufuk Sarıca'nın içindeki basketbol ve Karşıyaka sevgisini anlıyorum. Belki gerçekten İzmir'i ve İzmir'de yaşamayı seviyor bu yüzden saygı duymak lazım. Ama şu an Panathinaikos'un başında olsaydı. Günün birinde Ivkovic ya da Obradovic gibi efsane bir coach olma ihtimali, mevcut kadrolarda ve onun basketbol zekasında daha yüksek olurdu. Yani bunu düşünmeden edemiyorum. Bu adam orta sıralara ait bir takımı ligin zirvesine çıkarıp şampiyon yaptı. Takımın yıldızları bir bir daha iyi kontrat alacakları takımlarla anlaşıp gittiler. Kadro derinliği yokolmuşken bir de TBL şampiyonu coach Eurobasket'te milli takımımızda yardımcı antrenörlük yaptı. Tamam ay yıldızımız başka, o bayrağa olan sevgimizden her görev kabul edilir ama şampiyon takım kimliğini koruyamadı ve Ufuk hocanın önünde daha iyi bir gelecek varken o kalmayı seçti. Bu gerçekten çok büyük yürek isteyen bir hareketti ve Ufuk Sarıca bunu gösterdi. Karşıyaka basketbol takımının içindeki problemleri, anlaşmazlıkları ve uyumsuzlukları gördükten sonra o takımın başarılı bir sezon geçireceğini düşünmüyorum. Umarım en iyi senaryo Ufuk hoca için gerçekleşir ve önündeki yıllarda daha çok başarıyı yakalar. Aydın Örs ve Ergin Ataman'dan başka kariyeri başarı dolu Türk coachlarımız yoktu. Şimdi Ufuk'ta var. Pınar Karşıyaka basketbol takımı ve Ufuk hoca için en iyi şeyleri diliyorum. Umarım başarıyla devam ederler.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

27 Eylül 2015 Pazar

GÖKYÜZÜM



“Bir insanın ruhunun derinliklerini görebilen herkese..”

Sonbahar her açıdan harika bir mevsimdir. Ne çok soğuk ne de çok sıcak. Hava tam olması gerektiği gibidir hatta bazen çiseleyen yağmur bile size çok şey anlatır. Mutlaka duyarsınız o anlatılanları. Soğuk bir Ekim akşamı, çoğu zaman olduğu gibi Güzelyalı sahilinde yürüyordum. Kulaklıklarım takılıydı yine ve Megadeth’in “Dread And The Fugutive Mind” parçasının sonundaki o efsanevi solo kısmı çalıyordu. Metallica’nın Master Of Puppets’ından ve Slash’in Anastasia’sından sonra benim için en iyi solodur. Adım attıkça kuru yaprakların üzerinden çıkan sesleri duymadığım halde duyabiliyordum. Evet müzik son ses açık olduğu halde yaprakların üzerinde yürürken çıkardığım ses zihnimde daha büyük bir yankı yapıyordu. Sonra müziği kapattım ve yürürken yapraklardan çıkan sesi dinlemeye başladım. Hava alacakaranlıktı, sonra birden bire zihnimde bir viyolonsel çalmaya başladı. Kendi kendine beliren bir melodi. Ne olduğunu bilmiyorum, bir yerlerde mutlaka kulağıma çalınmış olması gerek ama o anı hatırlamıyorum ve istem dışı aklıma kazınmış notalar kulaklarımın içinde yankılanıyordu. Ne olduğunu kestirmeye çalışırken tüm o müzik yok oldu ve kuru yaprakların sesi yeniden ön plana çıktı.

Eğer şanslıysanız; hayatınızı öncesi ve sonrası olarak ayırabileceğiniz bir insan karşınıza çıkacaktır. Benim de çıktı. Benim şanssızlığım ise ona hiçbir zaman öncesi ve sonrası diye ayırabileceğim biri gözüyle bakmamış olmamdı. Bazen bir ilişkiye siz başlarsınız, bazen de onlar başlar. Bu frekansı hiçbir zaman tutturamamış olmak insanlığın en büyük lanetlerinden biridir.

Hayat beni o kadar çok geride bırakmıştı ki, uzun bir zaman boyunca birlikte olmak istediğim insanlarla başaramamıştım. Aklımda kalmışlardı hep. Oysa yanımda biri vardı, beni koruyan ve beni yalnız bırakmayan, onunla birlikte olduğum sürece onun doğru insan olabileceğini hiçbir zaman düşünmedim. Kış mevsimiydi ve yalnız değildim. Hatta uzun bir süre sonra ilk kez bir sevgililer gününü tek başıma geçirmiyordum. Ama benim aklımdaki tek şey, sadece geceyi onunla geçirecek olmanın verdiği rahatlık duygusuydu. Belki dünyanın en sorumsuz düşüncesiydi bu ama bir şekilde duygularımın ve sahip olduğum kırılgan ruh durumunun yegane koruyucusuydu onu gözümde bir numara yapmamak. Bazı yazılar okudum; hatta edebiyatımızın en güçlü yazarlarının kaleminden çıkan yazılardı. Yanınızda sizi seven ama sizin onu, onun sizi sevdiğiniz kadar sevmediğiniz insanları anlatan yazılardı. Hepsi de gerçek doğruluğun, hayatınızdaki o insanlara sarılıp yola devam etmek olduğundan bahsediyordu. Kesinlikle etkilenmemiştim çünkü bana doğru gelmiyordu. Ama bilmediğim bir şey vardı. Benim hayatım her açıdan tükenmeye başladıkça aslında yapayalnız olduğum gerçeği ve yanımda o insandan başka kimseyi göremediğim anların çoğalmaya başlamasıydı.

Zihnimin, kişiliğimin önüne geçemediği günlerden birinde yine bir akşam İzmir’de Güzelyalı sahilinde yürüyordum. Eylül ayıydı bu sefer, gerçekte sonbahar mevsimine girmiştik ama teorik olarak sonbahar başlamamıştı. Hava halen yaz sıcağıydı.  Kısa bir süreliğine gökyüzü griye dönmüştü hatta yağmurda çiselemeye başlamıştı. Sahilden dönüp caddeye girdim ve yolun karşısına geçtim Güzelyalı karakolunun tam karşısında kaldırımlarda yürürken, ilginç bir şekilde o viyolonsel sesini tekrar duydum. Harikulade bir melodiydi kısa bir süre sonra bir de çello eşlik etmeye başladı. Bu ne olabilirdi? Apocalyptica diye düşündüm ya da Vivaldi. Bu ensturmanları kullanan başka hiçbir müzisyen ya da grubu dinlemiyordum. Vivaldi olamazdı çünkü onun Four Seasons’larını dinliyordum sadece ve bu melodi onlardan biri olsa mutlaka tanırdım. Apocalyptica’da olamazdı çünkü viyolonsel kullanmıyorlardı. Bu karmaşık düşüncelerin içine girince müzik yine kesildi.

Bu müzik ve bunun gibi tanımlayamayacağım birçok şey var hayatta. Günler ilerlerken, sahip olduğum hayatı ve sahip olamayacağım hayatları düşündüm. Aslında kıyaslama yapmadım. En büyük hatalarımdan biri; kendi sahip olduğum hayatımın aslında en iyi hayatlardan biri olduğunun uzun bir süre boyunca farkına varamamaktı. Tüm bu pandomimler doğrultusunda kendi yaşamım nötr bir şekilde ilerlerken karşımdaki insanın hayatını tüketmeyi başarabildim. Bir insan için en kötü son; kötü adam olduğunu filmin sonunda öğrenmektir. Sonra filmin devamı çekilir ve devam filminde de kötü adam olarak rol devam eder. Bir karıncayı bile incitemeyeceğinizi düşünürken bir an da “The Avengers” ta ki Loki olup çıkmışsınızdır. Ne kötüdür o; kalbiniz kırılır, terk edilirsiniz, verdiği sözleri tutmaz, size ihanet eder. İşte bazılarımızın acı çekmesi gerekir. Bazılarımızın bir kaderimiz olduğuna inanması gerekir.

Kader demişken; ben kadere inanmıyorum. Hayatım benim istediğim şekilde sürmeli, ben buna inanıyorum ve her zaman kafamın içinde bu düşünce vardır. Eğer yanılıyorsam ve gerçekten bir kader varsa, ben kendi kaderimi şekillendirmemin benim kaderim olduğunu düşünüyorum. O ayrılığı yaşadığınızda -o ayrılıktan kastım, sonunu hak etmediğinizi düşündüğünüz ayrılık- sahip olduğunuz değerlerin yok olmaması için savaşırsınız. En azından geçmişte yaşadığınız tüm güzel hatıraların adına. Ancak karşınızdaki insanın yaşadığı her ne ise; sizin tecrübelerinizin ve düzeltme kabiliyetinizin ötesindedir. İşte bu da; insanlığın yaşadığı ölümcül dünyanın yeryüzü üzerindeki en acımasız gerçeğidir.

Hello, hoş geldiniz, başınız dertte.. Evet tam bu çizgide her şey ve başım dertte.

Dream Theater’ın efsanevi “Images And Words” albümü 1992 yılında çıktı. “Metropolis Part 1: The Miracle And The Sleeper”  o albümdeki en müthiş parçalardan biriydi.

“Tanın gülümsemesi mayısın başlarında geldi. Kız evinden bir hediye taşıdı. Gece bir damla yaş döktü, ona korkusunu, kederini ve acısını anlatmak için. Ölüm ilk danstır edebi.. Artık özgürlük yok, ikinizde bu akılla teslim olacaksınız. Denediğim her gün için bir mucize olduğu anlatılmıştı bana. Bana anlatmışlardı; kendimi yalnız ve korkak hissedersem arayacak kimsem kalmaz. Bana demişlerdi ki; eğer öteki dünyayı düşünürsem kendimi bir ateş gölünde yüzerken bulurum. Çocukken acı ve üzüntü olmadan yaşayabileceğimi sanırdım. Bir adam iken hepsinin beni yakaladığını görüyorum. Uyanık olabilirim ama çok korkuyorum. Bir hatıranın sahnesinden bir yer gibi burası, binlerce kelimeye değer bir resim var. Ardımdaki suratlarda gözden kaçırdığım, yakalayamadığım bakışlar var. Saklanıyor ve hiçbir zaman duyulmayacak. İhanet ikinci danstır, sonu olmayan.. Şehrin soğuk kanı hayatta kalmamız için ulaşıyor bize. Sadece kalbimi gözlerinde sakla ve böylece ikimizde hayatta kalacağız. Üçüncü yaklaşıyor, yapraklar dökülmeden, kapılarımızı kilitlemeden önce üçüncü bir dans olmalı. Bu sefer sonsuza dek sürmeli..”
JOHN PETRUCCI

Bu ne güzel bir şarkıdır. Klavyenin ve gitarın tonu bir o kadar harikayken, Dream Theater en iyi şarkı sözü yazabilen gruplardan biri olduğunu bu parçayla kanıtlamıştır. Metropolis 1, hayatım boyunca en anlamlı rehberlerimden biri olmuştur. Aşk adına yaşadığım her şeyde.. Şarkının adı “Metropolis 1” yani mutlaka “Metropolis 2” de olmalı dedirtiyor. Dream Theater fanları tam 7 yıl bekledi Metropolis 2 için. Ben o kadar beklemedim açıkçası. Çünkü 95 ya da 96’da onları keşfetmiştim. 1999 yılında sadece bir parça olarak değil bütün bir albüm olarak çıktı “Metropolis Part 2: Scenes From A Memory” hayatım boyunca, bugün dahil dinlediğim en müthiş konsept albümdür. Bu yazıyı o albümdeki son parça olan kapanış şarkısı “Finally Free” den sözlerle bitirmek istiyorum. Şu an ihtiyacım olan yaşam biçimiyle.. John Petrucci’nin mükemmel ötesi şarkı sözleriyle..

“İçimdeki bu his, sonunda aşkımı buldu ve beni özgür kıldı. Artık ikiye bölünmek yok. Seni kaybetmeden önce kendi hayatımı geri aldım..”

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

GÖZÜ YAŞLI BİR VALS

Rüstem tek başına sürdürdüğü basit hayatını, her zaman sevdiği şeyleri yapmak için yaşayan sıradan bir insan olarak geçirmeye devam ediyordu...