14 Haziran 2014 Cumartesi

MÜZİK VE METALLICA'NIN TÜRKİYE KONSERİ ÜZERİNE BİR DENEME YAZISI

Hayat her zaman bazı sonuçlar doğurur. Olabilecek kötü sonuçlar ya da iyi sonuçlar. Sevinç ya da üzüntü. Her türlü paradoks vardır hayatımızda. Hiçbir zaman sonu gelmez. Yaşam üzerinde sadece sevincin hüküm sürdüğü anları yaşamanın kıymetini bilmek gerek.

Dünya üzerinde gerçek duygularımızı ifade etme gücünü hiçbir zaman yakalayamayız. Ancak müzik; sanatsever çoğu insan için birçok şey ifade eder. Yaşadığınız hayatta sorun ya da mutluluk içeren her durumu içinizde aydınlatır ve rahatlamanızı sağlar. Notaların fark edilmeyen bir gücü vardır insanın zihninde. Hissetmeseniz bile yüreğinize işler çoğu zaman.

Hard Rock, Heavy Metal ve türevleri tarzında yer alan tüm müzik dallarına küçücük bir çocuk olduğum yıllardan bu yana gönül verdim. Benim için her zaman bana kendimi tanımlayan bir unsur oldu dinlediğim müzik. Ensturmanların gerçek anlamda hak ettiği yerde kullanıldıklarını düşündüğüm tek müzik türüdür ve gece gözlerimi kapayıp, kulaklıklarımı taktığım anda beni eşsiz bir huzura kavuşturur metal müziği. Çocukluğumdan bu yana bu hisleri hissetmek inanılmaz bir şey. Gençliğim, aşık olduğum, terk edildiğim, terk ettiğim, üzüldüğüm, sevindiğim ve buna benzer yaşadığım her kilometretaşında müziğin hayatımda oluşu beni soyut anlamda bir çok badireden kurtarmıştır. Her gün, yıllar yılı, walkman’den, discman’den, cd player’dan, mp3 player’dan, bilgisayardan ya da telefondan dinleyerek hayatımıza devam ettik. Sevdiğiniz bir grubun yeni çıkan her albümü, hayatınıza yoğun bir etki yaptı ve size yön verdi. Sizden kilometrelerce uzaklarda yaşayan o sanat insanlarını gözünüzde daha yetenekli ve daha saygıdeğer yapan tek olay ise sahnede 10.000’lerce insanın önünde canlı performanslarına tanık olmanızdır.

Hiçbir zaman sona ermeyecek bir sevinç; saat 17:00’de kapılar açıldıktan beş saat sonra onlar sahneye çıktıklarında başlar. O beş saat boyunca ayakta bekleyerek tüm enerjinizi harcarsınız. Ama onları gördükten sonra bütün bitkinliğiniz yok olur. Neşe, sevinç, mutluluk ve iyi hissetmeye dair hayatta ne olgu varsa hepsi bir araya gelir. Yüzünüzde oluşan tebessümü, etrafınıza nasıl göründüğünüzü kafanızda resmedemezsiniz, çünkü öncesine dair benzer bir his yaşamamışsınızdır. Bu efsanevilik hepsinden farklıdır. Yüzünüzdeki o gülümseme; ne aşık olduğunuz zamanki gülümsemenize ne de mezun olduğunuz andaki gülümsemenize benzer. O yapısal gücü tarif etmek çok zor benim için.

Tüm hayatım boyunca bu hisleri 2 kez yaşadım. 4.Mayıs.2007 Blind Guardian konseri ve 26.Temmuz.2013 Iron Maiden konserinde. Özellikle 2007’de ki konserin ardından 6 yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra böylesi büyülü anlara kavuşmak adeta yeniden doğduğum hissini vermişti bana.  Şimdi yaklaşık 1 yıl sonra Metallica ile aynı heyecanı yeniden yaşayacağım.

Iron Maiden ve Metallica, daha küçücük bir çocukken beni etkileyen ve Heavy Metal müziğini yaşamıma kazandıran iki büyük grup. Her iki toplulukta  ben doğmadan önce vardılar. Belki ben öldükten sonra yine var olacaklar ya da olmayacaklar. Çocukluğum boyunca en büyük hayallerim onları canlı izlemek, konserlerine gitmekti. Geçen yıl Iron Maiden’ı canlı izledim. Şimdi yaklaşık 1 yıl sonra Metallica’ya da kavuşuyorum ve tüm hayatımın en büyük amaçlarından biri daha gerçekleşmiş olacak eğer bir aksilik olmaz ise. 

                                        Lars Ulrich (Metallica) & Steve Haris (Iron Maiden)

Her iki grupta 50’li yaşlarını devirmek üzereler artık. Bu ayağımıza gelen son şans olabilir. Artık kariyerlerinin son basamaklarına geldiler ve Heavy Metal dünyasında yavaş yavaş bu sonları yaşamaya başlıyoruz. O yüzden 13.Temmuz.2014 Pazar gecesi, Türk rockerlar için efsanevi bir gece olarak hafızalara kazınacak.

Ülkemizde Heavy Metal müziğinin yapıtaşı olan Pentagram (Mezarkabul) grubunu 2. kez, Dünya’da Heavy Metal müziğinin yapıtaşlarından biri olan Metallica’yı da ilk kez izleme onuruna erişeceğim. Henüz 30 gün gibi hatırı sayılır bir süre olmasına rağmen, içimde git gide büyüyen heyecan, beni bu satırları yazmaya itti. Müziğin ve o sanatı ortaya koyan insanların yaşamıma kazandırdıkları değerlerden oluşan bir deneme yazısı aslında çok az kalır. Müzik için her gün farklı tanımlamalar ve tasvirler yapabilirim. Çünkü bana hissettirdikleri her gün farklı insanüstü duygulardır.

Aslında daha yazabileceğim çok şey var fakat sanırım onları 1 ay sonra ki Metallica konserinden sonra yazacağım. Tamamen hobi olarak yaptığım bu blog ve içindeki tüm yazılarım arasında en sevdiklerimden biri Iron Maiden konseriyle ilgili yazdıklarımdır.
1 ay sonraki konser için ve konserin ardından kendime geldikten sonra bu linktekine benzer anıların sadece hafızamda kalmayıp bu bloga dökülecek olmalarından dolayı son derece heyecanlıyım ve mutluyum..

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

22 Mayıs 2014 Perşembe

YILLARIN AKIP GİTMESİ.. SADECE SAYFALARDA.. BİR ŞARKI ÜZERİNE HERŞEY

Bir çok albüm kritiği, çoğu müzik topluluğuyla ilgili sayısız makale ve deneme yazılarım oldu. Hiçbir zaman tek bir müzik parçası için bir yazı yazabileceğimi düşünmemiştim. Belki de bu amacı edinmemin en önemli nedenlerinden biri, ilgili grubun benim bakış açımda çok da etkili bir geçmişe sahip olmamasıdır. Stratovarius bir dönem bütün kurucu üyelerinden yoksun kalıp bambaşka müzisyenlerle yola devam etti. Bir metal grubunda asla bu ruha inanmam. İsmi başka insanlar yaşatamaz. Dağıldılar ve yeniden birleştiler. Timo Tolkki’nin yaşadığı tüm şanssız sorunlara rağmen gruba yeniden dahil oluşu ve onları ayakta tutmaya çalışması saygıdeğer bir olaydı. Finlandiya gibi müzik endüstrisinde, dünya çapında sağlam bir yer edinmiş topraklardan çıkmış olsalar da yaşadıkları sorunlardan best seller kitap bile yayımlanabilecek bir grup Stratovarius. Power Metal türünde varolmaya çalıştılar. Grubun Episode (1996), Visions (1997) ve Destiny (1998) albümleri dışında kalan çalışmalarına çok ısınmak istesem de benim için bir anlam ifade etmemişlerdir. Şimdiye kadar 14 stüdyo albümü ve 1 konser albümü çıkardılar. Hatırı sayılır bir geçmişe sahipler. 90’lı yılların ikinci yarısında benim düşüncelerim doğrultusunda gerçekleştirmiş oldukları müzikal başarıya istinaden sonraki albümlerinde aynı seviyeye çıkamadılar. 98’de ki Destiny’den tam 15 yıl sonra çıkardıkları 14. stüdyo albümleri (şu an en son albümleri) Nemesis’ten “If The Story Is Over” parçalarının ilk dinlediğim andan itibaren beni büyülemiş olmasından dolayı bu yazıyı kaleme (klavyeye) almaya karar verdim.
        
Sözlerin her mısrası birer sanat eseri. Nefesinizi keserek izlediğiniz bir filmden duyabileceğiniz her repliğin güzelliğinin, soluksuz okuduğunuz bir kitabın her satırında sanat adına hissettiğiniz heyecanın, içinize işleyen, yüreğinizi titreten bir şiirin her mısrasının aynı şarkıda sözlerle karşınızda çıktığını düşünün. If The Story Is Over bende bu hisleri daha ilk dinlediğim anda, o sözleri ilk duyduğum anda hissettirdi. Fanı olduğumuz bir çok grubun albümlerini, defalarca dinledikten sonra alışıp sevdiğimiz zamanlarımız çoktur. Dream Theater ya da Iron Maiden’ın bazı parçaları haricinde bu hisleri yaşamamıştım. Stratovarius’un diğer gruplardan ayrılan en önemli yönü; çok iyi şarkı sözü yazarı olmaları. Bu adamlar benim gözümde bir Helloween ya da Hammerfall kadar iyi müzik yapmıyorlar. Ama şunu kesin olarak belirtebilirim ki; bence onlardan çok daha iyi sözleri var. Edebiyat ve tarihi sözleri grotesk bir düşünceyle o kadar iyi betimlemişler ki, günümüzde yaşadığımız herhangi bir olayla bağdaştırabilmemizi sağlamışlar şarkının sözlerinde;

         “I’ve seen the years turn into dust, now feel the rust in me
I’ve walked the shores of Avalon, I’ve seen the seasons change
         I’ve laughed and cried, I’ve lived and died, but only on the paged..”

         “Yılların yok olmasını izledim, şimdi ise aynısını içimde hissediyorum
         Avalon’un kıyılarında yürüdüm, mevsimlerin değişimini gördüm
         Güldüm ve ağladım, yaşadım ve öldüm, fakat sadece sayfalarda..”

         “I hope is not too late to learn tol ive and learn to love
         I yearn to fight, to turn the tide before the tender dark
         For I never drew the sword from Stone, there’s no Helen in my Troy..”

         “Umarım çok geç olmamıştır, yaşamayı ve sevmeyi öğrenmek için
         Karanlık çökmeden, şansımı döndürmek için savaşmak istiyorum
         Ama kılıcı kayadan çıkarabilmem için bir Helen yok Truvamda..”

Sound profesyonelce çalışılarak oluşturulmuş. Stratovarius, duygusal şarkılarında bile gitar partisyonlarında coşan, klavyesini bile adeta solo gitar gibi kullanan bir grup. Çoğu parçası güçlü power metal rifflerinden oluşur. Ancak If The Story Is Over’ın neredeyse 3/4’ü bir film müziği niteliğinde, hemen hemen şarkının tamamını İsveç’li klavyecileri Jens Johansonn götürüyor. Açılış ve devam eden notalar yukarıda söylediğim gibi etkili bir soundtrack tadında ilerliyor. Timo Kotipelto’nun metal müziğe bile çok fazla olan güzel sesiyle birleştiğinde, sadece power metal dinleyicisinin bile değil heavy metal’in tüm türevlerine ait dinleyici kesimin sevebileceği bir şarkı olduğunu düşünüyorum. Hatta Stratovarius’un If The Story Is Over ve/veya onun gibi parçalarını sevebilmek için bir metal müzik dinleyicisi olmanıza bile gerek yok. Yeryüzünde üretilen herhangi bir müzik türüne yakın olan bir dinleyicinin bile hoşlanabileceği güzel bir müzik rengi olan bir şarkı bu yaptıkları. Zaten gitarların yoğun olarak kullanılmaması ve bu şarkıya çektikleri klip (birazdan ona da değineceğim) biraz bu düşünce ile oluşturulmuş gibi geldi bana. Açıkçası çok soft bir şekilde klavyenin önderliğinde devam eden şarkıya gitarlarında aynı ölçüde eşlik etmesi harika olurdu. Ama bu orijinal haliyle de müthiş bir iş çıkarmışlar.

Şarkıya çekilen klipte çok başarılı. Sound için söylediğim sözlerle birbirini tamamlıyor düşüncelerimde. Klibi izlerken, bir film izlediğiniz hissini veriyor. Hayatının her döneminden kesitler gördüğümüz bir çocuk var. Küçüklüğünden, gençliğine ve yetişkin olduğu zamana kadar flash back ve flash forward sahneler içeriyor. Sözlerle çok uyumlu;

         “Come night, test my will, test my soul,
         Test my faith and test my heart, torn apart,
         Make me strong, make me whole again and
         Guide through the dark ‘til the morning comes..”

         “Gece gel, azmimi sına, ruhumu sına,
         Kaderimi ve kalbimi sına, parçalara böl,
         Güçlendir beni, yeniden bir bütün yap ve
         Karanlıkta rehberim ol, ta ki gün doğana kadar..”

Klipte ki flash back sahnelerinde bir çocuk olarak uykuya dalan birey, yukarıda yazmış olduğum son mısra da “until the morning comes..” yani “gün aydınlanana kadar” kısmı sözlerde söylendiği anda gözlerini uykudan yaşlanmış bir adam olarak açıp uyanıyor güne. İngilizce bilmeyen dinleyiciler, klibin konusunun tamamen Metallica’nın “The Unforgiven Part.2” klibinden araklandığını düşünebilirler. Kim bilir belki Stratovarius’ta bunu düşünerek yola çıkmıştır bu klibi çekerken. Ancak sözlerin muhteşemliği ve klibin şarkıyla uyumu bence en profesyonel şekilde tasvir edilip ekranlara taşınmış.

Yazımın başında Stratovarius’un müziği ile ilgili pek de iyi şeyler yazmamış olabilirim. Belki bir çok Stratovarius fanı bana kızmış olabilir. Fakat şunu söyleyerek bu yazıyı sonlandırmak istiyorum. 90’lı yıllarda ki efsane kadroları, Jörg Michael, Jens Johansonn, Timo Tolkki ve Timo Kotipelto; grup Finlandiya’lı olmasına rağmen ayrı ülkelerde yaşayan müzisyenlerdi. Amerika, Almanya ve Finlandiya’da yaşıyorlardı. Sadece albüm kayıt etmek için yılda bir kez birkaç haftalığına ve yine yılda bir iki sefer turneye çıkmak amacıyla bir araya geliyorlardı. Bir müzik grubu ayrı şehirlerde yaşayabilir ve başarılı olabilir. Ama ayrı ülkelerde yaşayıp ta başarılı olmak zordur. Birçok insana göre halen başarılılar. Ama bence o efsane kadro tüm enerjisini o üç albümde (Episode, Visions ve Destiny) harcadı ve ayrı ülkelerde yaşamaları da sonlarını getirdi. Stratovarius 2 kez dağıldı ve şu an da kurucu üyelerinden hiçbiri bu grupta yok. Bence Timo Kotipelto sayesinde ayakta duruyorlar. Onu da kaybederlerse eski günlerine yaklaşmak için çok daha uzağa düşerler. Stratovarius efsane bir gruptur. Ayrı ülkelerde yaşayan virtüöz müzisyenlerin çıkardığı üç müthiş albümleri ile Power Metal tarihinde saygın bir yer edinmişlerdir. Çocukluğumda dinlediğim o albümler tadında şarkıları şu an günümüzde de yapmaya başlamaları 90’lı yılları yeniden hissetmemi sağladı ve tek bir parçalarından bu yazı oluştu. Umarım bundan sonra çok daha iyi bir şekilde müzik yaşamlarına devam ederler.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

29 Nisan 2014 Salı

THE FOLLOWING: 2. SEZONUN ARDINDAN



Amerikan TV sektörü 2000’li yılların başından itibaren hızla büyümeye devam ediyor. “The Following” mükemmel kurgusu ve elde ettiği rating başarısıyla 3. sezon onayınıda aldı. 2. sezonun bitimiyle birlikte tekrar satırlara dökmek istediğim düşünceler oluştu. Ama öncesinde “The Following” ile ilgili yazdığım diğer yazılarımı da hatırlatmak isterim.

10.Şubat.2013’te ki ilk yazım:

1.Mayıs.2013’te ki ikinci yazım:

2005 ve 2009 yılları arasında yayınlanan Prison Break dizisi hayatımı değiştiren eserlerden biri olmuştu. 2005 yılında ki ilk sezon harikuladeydi ve bence Prison Break’in en iyi sezonuydu. Ayrı kişiliklere sahip birçok kötü insanın aynı şartlarda bir arada yaşamaya mecbur kalmaları ve aralarındaki dostluğun farkına varmaları, aynı amaç uğruna hayatlarında ki birçok şeyi paylaşmaları kesinlikle bir senaryo harikasıydı. 8 yıl boyunca Prison Break’in vermiş olduğu bu insanlık dersine istinaden başka hiçbir TV yapımında benzer öğeleri gözlemlemedim. Hiçbir dram, insanlar arasındaki sevgi ve saygıya yönelik unsurları Prison Break’te ki kadar başarılı bir şekilde ekranlara taşımamıştı.

2013’ün ilk yarısında yayınlanmaya başlayan The Following; 8 yıl önce Prison Break’te yaşamış olduğum insani değerlere hitap eden duyguları bana yeniden yaşattı. Bir grup insanın değil, birbirilerine zıt iki karakterin yaşadıkları serüven, kovalamaca efsaneviydi. Sayılı zamanlarda karşı karşıya gelmeleri ve aralarında geçen diyaloglar öğretici birer ders niteliğindeydiler. Biri FBI ajanı, diğeri suçlu şizofren bir katilin 2 sene boyunca toplam 30 bölüm süren macerasını izledik. İkisi de birbirlerine düşman ve öldürmeyi arzuluyorlar ama tüm zamanlar boyunca bir şeyler onları çekti ve kalplerinde birbirlerine karşı merhamet duyguları oluştu. Hiçbir şekilde kişiliklerinden ödün vermediler ama içten içe bir dostluk yaşadıkları ortadaydı ve The Following senaristleri bu duyguyu; günümüzde çok az insanın yaşayabileceği dinamikleri ajan Ryan Hardy ve katil Joe Carroll ile ekrana başarıyla taşıdılar.

Joe Carroll 2. sezon final bölümünde Ryan Hardy’ye “Bir elmanın iki yarısı gibiyiz.” diyor. Bizler zaten bunu hissetmiştik. The Following ile ilgili bir çok yazı okuyabilirsiniz ve eminim çok az eleştirmen benim değindiğim konuya değinmiştir. Çok uç ve ütopik duygular oluştursa da, benim The Following’te hayran olduğum tek nokta, ve bunca zaman boyunca izlemeyi bırakamamış olmamın tek nedeni; Joe Carroll ile Ryan Hardy arasında geçen konuşmalardır. Diziye yeni başlayacak olan herkese 2 sezon boyunca o sahnelere dikkat etmelerini öneriyorum. Hayata dair, aileye dair, insanlığa ve dostluğa dair birçok şey göreceksiniz. Yukarıda da söylediğim gibi hepsi ders niteliğinde replikler.

2 sezon boyunca Joe Carroll’ı canlandıran James Purefoy ve Ryan Hardy karakterine hayat veren Kevin Bacon mükemmel bir oyunculuk örneği gösteriyorlar. The Following’in onların kariyerine müthiş bir yön vereceği aşikar. Şimdiden 3. sezon için sabırsızlanıyorum.

OSMAN ÇELİK

www.twitter.com/ocelik7

10 Nisan 2014 Perşembe

BEING HUMAN'IN ARDINDAN



Bir mükemmeliyet daha sona erdi. Eşsiz replikleriyle her izlediğimde huzura teslim olduğum, son 4 yıldır hayatımın önemli bir parçası olan Being Human'da artık yok. “The Vampire Diaries” ve “Supernatural” den sonra doğaüstü dizilerin gerçek yaşamımıza adapte edilmiş halinin en önemli örneklerinden biriydi. Bir tarih yolculuğuydu, iyilik ve aşk dolu bir maceraydı. Ama herşeyden öte tertemiz, fedakarlıklarla ve özverilerle dolu bir arkadaşlığın en iyi hikayesiydi.

Günümüzde biz insanların ortaya koyamadığı dostluk değerlerini bize başarıyla aşılayan bir yapımdı Being Human. Bir vampirin, bir kurt adamın ve bir hayaletin normal bir insan gibi yaşayabilmeleri için gösterdikleri çaba aslında hepimizin içinde bulunduğu bir yaşam mücadelesi örneğiydi. Bu yüzden nefis kurgulanmış ve beni ekranda yeniden vampirizm temasına aşık eden bir eserdi. Bu diziyi izlememiş olan tüm arkadaşlarıma muhakkak öneriyorum. Mutlaka kendinizden ve günlük yaşamınızda karşılaştığınız değerlerden çok şeyler bulacaksınız ve her zaman yüzünüzde bir tebessüm oluşturacaktır.

Being Human projesi ilk olarak İngiliz BBC kanalının oluşturduğu başarılı bir yapımdı. İngiliz versiyonunu izlemedim ancak Amerikan SyFy kanalının BBC’den uyarladığı bu dizi; ana düşünce ele alındığında Londra’ da ya da Boston’ da geçiyor olması pek fark ettirmiyor. Orijinal İngiliz yapımını izlemediğim için BBC’nin dizisi hakkında yorumda bulunmayacağım. Amerikan yapımını izlemeye başladığımda 4 yıl boyunca takip etmeyi bırakmadığım, her bölümü yayınlandığında izlemeyi geciktirmediğim bir yapım oldu Being Human.

Öylesine içten duygularla tasvir edilip ekrana taşınmış bir yapım ki; arkadaşlık yıllarınızda, günlük hayatınızda ve aşk yaşamınızda her zaman zihninizde yankılanmış çeşitli sorular olmuştur. Tüm bunlara istinaden bir rehber ve yol gösterici cevaplar niteliğinde oluşabilecek her sonucu Being Human ile görebiliyorsunuz. İlk 3 sezon boyunca baş roller olan; vampir Aidan, kurt adam Josh ve hayalet Sally’nin bakış açılarından hayata dair ders niteliğinde düşünce replikleri insanı müthiş bir dünyanın içine sokuyor. Senaristler o kadar başarılılar ki; bir vampir, bir kurt adam ve bir hayaletin yapılarıyla doğaüstü sınıfında bulunmalarını, onların düşünceleri ile de pekiştirip, gerçekten çok farklı insan ötesi karakterlere bürünmelerini sağlamışlar ve kesinlikle işlerini en iyi şekilde yapıp o karakterleri ekrana taşımışlar. Ekrandan da, biz izleyenlerin yüreklerine, akıllarına taşıyıp, hayatlarımızı, başarılarımızı, başarısızlıklarımızı profesyonellikle sorgulamamızı sağlamışlar.


Being Human’ı izleyin. Bir şey kaybetmezsiniz. Tam aksine hayatınıza birçok şey katacağına eminim.

OSMAN ÇELİK
10.04.2014

27 Şubat 2014 Perşembe

ANADOLU EFES: BİR BASKETBOL TAKIMI OLABİLMEK



Türk basketbolunun kulüpler tarihinde en başarılı olmuş takımı olan Anadolu Efes (Efes Pilsen) geçtiğimiz sezonun sonundan itibaren büyük bir çöküş yaşamakta.

2012-13 sezonunun Euroleague play oflarında son 2 yılın Avrupa şampiyonu Olympiacos ile eşleşmiştik. Harika bir kadroya sahiptik ve şansımızı sonuna kadar kullanmıştık. Nasıl bir disiplinsizlik örneği olur bilemem, belki yargısını yapmak bana düşmez ancak 2-2’lik serinin son maçında Sasha Vujacic sadece bir röportajda kullandığı cümleler yüzünden takımdan kesildi. “Final Four görmek istiyorsak, coach Mahmudi’nin beni daha fazla oyunda tutması gerek.” Demişti Sasha. Sırf bu cümle yüzünden disiplinsiz olarak kabul gördü ve takımdan kesildi. Bu cümleyi kuran sporcu; Los Angeles Lakers’ta Kobe Bryant ile yan yana 2 NBA şampiyonluğu gören ve sadece daha çok oynamak istediğini dile getiren bir basketbolcuydu. Play off serisinin son maçında deplasmanda 15 sayı öndeyken çok efsanevi şeyler oldu. Farmar sakatlanıp oyunu terk etti, Savanovic 5 faul alıp oyun dışı kaldı. 3’lü skor opsiyonumuzdan biri olan Vujacic zaten 12 kişilik kadroya alınmadığından Final Four şansımız pufff diye avucumuzun içinden uçup gitti.

2013-14 sezonunda çok daha kısık bir bütçe ile yola çıktık. Başarılı bir takım kurabilme amacını belki de bu kadar kötü kullanabilen başka bir yönetim daha yoktur. Zoran Planinic geldi. Belki de Efes’in şimdiye kadar ki en verimli transferlerinden biriydi bu ama hiçbir şekilde doğru bir rotasyona sokulmadı. Zoran Planinic Tau Ceramica’yı İspanya ABC’de şampiyonluğa taşıyıp, Euroleague’de 2 sene üst üste Final Four oynatan bir oyun kurucuydu. Ardından gittiği CSKA Moskova’da Rusya şampiyonluğu ve Euroleague şampiyonluğu yaşadı. Ordan gittiği Khimki’de Eurocup şampiyonluğu yaşadı ve takımını Euroleague’e taşıdı. Tüm bunları yaparken 35 dk ortalama ile oynayan bir basketbol takımı beyniydi. Ona bu sezon Efes’te beyin olma şansı verilmedi. Dakikaları, adeta kariyerinin son yıllarına gelmiş bir sporcu gibi azalmıştı. Kısık bütçe ile yola çıkılırken, Amerika’dan getirilmiş 89 doğumlu ve daha ülkesinden ilk defa dışarı çıkan bir çocuk olan Scotty Hopson’a güvenildi. Şımarıklığı artık ne derece had safhalara ulaştı bilmiyorum ama o da displinsizliği gerekçesiyle takımda kesildi. Semih’in oyuna katkı anlamında hiçbir zaman girememesi, Barac ile paylaştığı dakikaların hakkaniyetsizliği bizi her daim dibe sürükleyen unsurlar oldu. Barac sakatlanıp takımdan uzaklaştığında tek başına daha da kötüye giden Semih takıma bir şeyler verebilmesi beklenirken hep daha da zarar verdi.

Tuncay Özilhan basketbolu seven bir yönetici. Şu aşamadan sonra yapılması gereken tek şey; hem teknik kadro anlamında hem de bireysel yetenekli oyunculardan ziyade takım oyununu geçmişte başarı ile oynamış oyuncuları bu takıma dahil ederek önümüzdeki sezonu/sezonları düşünmek için gerekli adımları atmaktır. Bütçe kısmaktan vazgeçip, gerekli yatırımı yaparak Efes’i Türk basketbolu ve Avrupa’da ait olduğu mertebeye geri koymak gerekmektedir. Bunu yapabilecek maddi güçler ve sponsor destekleri mevcut. Bu sene denenen sistem sadece Efes’e değil Türk basketboluna ciddi zarar vermiştir. Fenerbahçe Ülker takımı örnek alınmalı ve bu şekilde yola devam edilmelidir. Tuncay Özilhan’ın eskiden olduğu gibi gereken özveriyi göstereceğine inanıyorum. Eğer bunlar gerçekleşmezse; ne yazık ki bir zamanların Cibona Zagreb’i gibi, Kızılyıldız’ı gibi başarılı yıllar geçirdikten sonra bir daha asla gün yüzüne çıkamayan ve hep diplerde gezinen bir takımdan başka bir şey kalmayacak geriye..

OSMAN ÇELİK
27.02.2014

www.twitter.com/ocelik7

26 Kasım 2013 Salı

ANADOLU EFES: 2013-14 Regular Season Euroleague Yolculuğu


Türk Basketbolunun kulüpler düzeyinde hatırı sayılır bir başarı geçmişine sahip olan takımı Anadolu Efes, her yıl belirli bir istikrar ile Euroleague yolculuğuna başlayıp, başarıyı artırana kadar çok büyük sıkıntılar çeken bir basketbol takımı görüntüsü veriyor bizlere. Efes takımı salonun ardındaki yönetiminden teknik kadrosuna kadar örnek alınacak uygulamaya sahip bir organizasyon. Euroleague takımlarının verdikleri oylarla geçtiğimiz sezon yılın en iyi yöneticisi ödülünü Anadolu Efes Basketbol Kulübü Başkanı Sayın Tuncay Demirel almıştı. Ancak bu başarı ne yazık ki istenilen düzeye getirmiyor takımımızı.

İnişli çıkışlı bir grafikten sonra 2012-13 sezonunda Final Four’un kapısına kadar gelen takımımız ne yazık ki o kapının ardına geçememişti. O ana kadar; yani play off’un son maçına kadar gelmemizin en önemli nedeni yaptığımız başarılı hücum değil, geçilemez bir savunmamızın oluşuydu. Kurtarıcı rolünü oynar diye beklenen Jordan Farmar bile sezon boyunca vasatın üstüne çıkamadığı oyunlar oynadı. Elbette kazandırdığı ve çok üst düzey oyuncu olduğunu kanıtladığı maçları da vardı fakat bu görüntüyü resmin tamamında göremedik.

2013-14 sezonuna iyi bir başlangıç yaptık. 20 sayılık Milano galibiyetiyle başlayan sezon Fransa milli takımını Avrupa Şampiyonu yapan coach Vincent Collet’in çalıştırdığı ve yine o Avrupa Şampiyonu Fransa milli takımından birçok oyuncuyu bünyesinde barındıran takım Strasbourg’u deplasmanda 10 sayı ile mağlup ederek devam etti. 3. hafta Bamberg deplasmanında ilk 3 periyot iyi oynamamıza rağmen son periyotta ritim kaybedip son saniye basketiyle aldığımız mağlubiyet takımımızı yıprattı. Sonrasında Zalgiris galibiyeti oyuncularımızın bireysel yeteneklerini sahaya iyi yansıtmalarının dışında Litvanya takımının maddi ve manevi olarak zor günler geçirmesininde verdiği moralsizlikle geldi. Ne yazık ki o mükemmel fikstür avantajını yok eden talihsiz gece 13.Kasım.2013 akşamı Madrid’te yaşandı. 46 sayı farkla tarihimizin en büyük yenilgilerinden birini yaşadık. İlk roundun ilk maçları tamamlanırken motivasyon olarak en dipteydik. Bu kötü anlar topluluğu oyuncularımızı o kadar etkilemiş olacak ki; rövanş maçları başladığında Milano deplasmanında aynı Bamberg deplasmanında olduğu gibi müthiş oynarken son periyot 14-0’lık bir seriyi potamızda görünce üzücü bir yenilgi daha geldi.

Şu an öyle bir dönemdeyiz ki; yapacağımız tek bir anlık hata bile bu yıl ki Avrupa yolculuğumuzda bizi en dibe sürükleyecek olumsuzluklar yaratabilir. 3-3 ile grubun ortasında bulunuyoruz. Grupta son maçlarımız olan deplasmandaki Zalgiris Kaunas ve içerdeki Real Madrid maçlarından önce evimizde Strasbourg ve Bamberg ile oynayacağız. Son iki maça stres içinde çıkmamak ve ikinci round olan Top 16’ya kalmayı garantilemek için bu iki maçı muhakkak kazanmak zorundayız. Efes kağıt üstünde kadro derinliği ve oynadığı basketbol olarak bu iki takımdan da üstün bir takım. Bu maçları kazanacağımıza inanıyorum ve iyi ya da kötü bir şekilde Top 16’ya kalabileceğimizi düşünüyorum. Asıl kazanmak zorunda olduğumuz şey oyuncularımızdır.

Türk medyası ve sosyal paylaşım sitelerinde yazarından taraftarına kadar birçok insan Zoran Planinic’i eleştiriyor. Zoran bence Efes’in şimdiye kadar yaptığı en iyi transferlerden biri. Geçmişte Tau Ceramica ile final four oynamış, CSKA Moskova ile Euroleague şampiyonluğuna ulaşmış, ardından Khimki Moskova’nın FIBA Eurochallenge şampiyonu olmasında en aktif rolü oynamış ve MVP ödülü almış, kısacası kendisini kanıtlamış bir oyun kurucu. Tüm bunları yaparken bulunduğu pozisyonda yalnızdı ve oyun sistemleri içinde skor yükünü paylaştığı çok az isimler vardı. Şu an Efes’in hücum rotasyonu çoğu zaman 5 numara pozisyonunda oynayan Semih ve Barac hariç her pozisyondaki Gordon, Hopson, Kostas, Dragicevic, Kerem Gönlüm ve Zoran üzerinden dönüyor. Böylesine paylaşılan bir sistemde Zoran Planinic’in eski takımlarında üstlendiği skor gücü bu yıl ki oyununa yansımıyor doğal olarak. Onun aldığı bu eleştiriler bence kariyerinin en olgun döneminde olan bir sporcu için iyi şeyler değil ve bir yeteneği bizlerden uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Zoran NBA’de oynamış ve bir basketbolcunun yakalayacağı her başarıyı tatmış bir sporcu. Karakter olarakta inanılmaz bir insan. Bana Harun Erdenay’ı hatırlatıyor, hiçbir şeye itiraz etmiyor ve karşı tepki vermiyor. Geçtiğimiz yıl Vujacic’in yersiz konuşmaları yüzünden hem onun hem de takımımızın neler kaybettiğini hep birlikte gördük.

Bu yazı kimlere ulaşır, kimler ne düşünür bilemem, sonuçta bir nevi hobidir blog yazmak ancak yürekten inanıyorum ki; Efes’in Final Four oynayacak gücü ve kadrosu var. Umarım coachumuz Oktay Mahmudi; Zoran, Gordon ve Kostas’ın bir arada sahada kalacağı ve birlikte verimli olabilecekleri dakikaları özenle tespit edip her maça başarılı müdahaleler yapabilir ve bu zorlu yolu fire vermeden geçeriz. İlerleyen haftalarda neler olabileceğini hep birlikte göreceğiz. Umarım ve dilerim bu blog üzerinde başarılı anlarımızı paylaşırım.

26.11.2013
OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

10 Ekim 2013 Perşembe

HAYATA DAİR BİR AĞIT; DREAM THEATER



Bir zamanlar sahip olduğum en değerli soyut zenginliklerimin birer birer yokoluşunu yaşadığım bir dönemden geçmişti hayatım. Olumsuzlukların tamamını aşmamda bana yardım eden tek unsur müzikti. Heavy Metal, Hard Rock, Power Metal ve Progressive Metal müziğin hayatıma ve iç dünyama kattığı gücü, huzuru tarif etmemin imkanı yok. Bu tarife en yakın herhalde Iron Maiden konserine gittikten sonra yazdığım blog yazısı olurdu. O huzur ve o gücün içimde varolmasını ve yaşamımı sürdüren yegane kaynaklardan biri olmasını sağlayan en önemli gruplardan biri Dream Theater olmuştur.

Metropolis Part:2 Scenes From A Memory ile tanıdım onları. Konsept albümlerin bence en güzeli olan bu çalışmanın hikayesinden her bir notasına kadar olan tamamı, beni progressive müziğe aşık etmeye yetmişti. Victoria'nın yaşadığı pandomim, Miracle ve Sleeper'ın hayata dair bakış açıları ve Nicholas'ın zihninde gelişen olaylar; o efsanevi notalarda bana aşkı, dramı, korkuyu adeta yeniden tanıtmıştı. Metropolis 2'den sonra bu tarihi müzik devriminin öncesi ile tanıştım ve ilk albümleri When Dream And Day Unite "Düş'ün ve Günün Buluştuğu An" devamında ikinci albümleri "Images And Words" beni cennetin bahçelerini yeryüzünde hissedecek kadar ayaklarımı yerden kesen parçaların oluşturduğu, tanımlaması zor bir dünyanın içine sokmuştu. Bu yolculuk öylesine bir efsaneydi ki benim için; adeta Dream Theater'ın yeni bir albümünü dinlemediğim her bir gün çektiğim acılar bir bir geri geliyormuş gibi hissediyordum. Hüzünlerimi aşmamı sağlayan bir kurtarıcı haline gelmişti benim için Progressive Metal müziği ve Dream Theater. Awake ve Metropolis 2 albümleri benim için birer hazinedirler ve cd rafımda en güzel yerde dururlar.

Dream Theater ve progressive müzik için söyleyebileceğim birçok şey var. Her gün onlar için yeni bir yazı yazabilirim. Her notaları, her riffleri, James Labrie'nin her vokali beni yaşadığımız bu dünyaya dair birçok düşünceye itmeye yeterli gücü oluşturur içimde. Düşüncelerimi içimde yaşarım. 1989'dan bu yana varlar ve varlıkları profesyonel anlamda Progressive müziğin yapıtaşı anlamına geliyor. Ben 10 yıl sonra onları tanıdım 1999 yılında çıkardıkları Metropolis 2 albümleri hayatımın dönüm noktalarından biri olmayı başardı. Yukarıdaki düşüncelerimi bu satırlara dökme isteği duydum. Bunun tek nedeni ise bu ay (Ekim 2013) çıkardıkları kendi adlarını verdikleri son albümleri "Dream Theater"ın ilk 3 parçasını dinledikten sonra kendimi yine çocukluk ve gençlik yıllarımda hissettiğim heyecanın içinde bulmuş olmamdır. Son albümü şu an dinliyorum ve müzikal bir devrimin içindeyim yeniden. "Looking Glass" ve "Behind The Veil" ilk izlenimlerimle beni bitirdi. Tüm o notalardaki ilk huzuru yaşadığım yıllara dönmek, o heyecanı, o hayatı hissetmek eşsiz bir güzellik, mükemmel bir mutluluk.

Dream Theater'ı çok seviyorum. Onlar hayatımın gruplarından biri. Blind Guardian'ı, Iron Maiden'ı, Anthrax'ı gördüm, canlı seyrettim ve hatta ötesini yaşadım tanıştım o efsanevi insanlarla. En büyük dileklerimden biri, bir gün Dream Theater'ı da bir konserlerinde canlı seyredebilmek ve mümkünse onlarla da tanışabilmek. Müziğin bana verdiği huzuru ve mutluluğu tarif edebilmem çok zor. Yukarıdaki cümlelerin zihnimden bilgisayarın klavyesine nasıl döküldüğünü bilmiyorum. Sadece mutlu olduğumu biliyorum.

11.10.2013
OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

GÖZÜ YAŞLI BİR VALS

Rüstem tek başına sürdürdüğü basit hayatını, her zaman sevdiği şeyleri yapmak için yaşayan sıradan bir insan olarak geçirmeye devam ediyordu...