12 Haziran 2017 Pazartesi

POZİTİF ZAMAN KAPSÜLÜ

Yaz mevsiminin sıcak günlerinden birinde, eski çalıştığım iş yerinde otururken İngiliz bir aile içeri girdi. Çekirdek bir aile. Anne, baba, erkek kardeş, kız kardeş. Adamın adı Peter’dı. Bu karşılaşmanın üstünden yaklaşık 3 yıl geçtiği için diğerlerinin isimlerini şu an anımsayamıyorum. Tanıştık ve sohbet ediyorduk. Peter sürekli bana İzmir’i ve Türk insanını öven sözler söylüyordu.

“Kumru ve boyoz yedik, çok lezzetliydiler.”

“Burada herkes çok iyi İngilizce konuşuyor. Dünyanın birçok yerine gittik kimse ile anlaşamadık ama buradaki herkes İngilizce biliyor.”

“İnsanlar çok kibar.”

“Kemeraltı çok güzel, Çeşme çok güzel”

“Burada çok büyük bir tarih var. Çok etkilendik.”

vs. vs. derken onun söylediklerini dinledikten sonra ona tek bir cümle ile cevap verdim.

“Sizin de The Beatles’ınız var.”


Çok şaşırdı. Ailesi de onunla beraber gülümsedi ve “waoovv vay” gibi tepkiler verdiler ve ardından Peter bana tatile gittikleri tüm ülkelerde birinden duyduğu en güzel sözün bu olduğunu söyledi. Enteresan bir andı. Ülkem ve yaşadığım şehir için duyduğum güzel sözlere karşılık vermek istemiştim. Aklıma İngiltere ile ilgili gelen ilk ve tek şey The Beatles olmuştu. Sanırım onlar için de unutamayacakları bir sohbet olmuştu o an.




Bazı şeyler değişir ama her şey değişmez. Bazen birileri hayatınızda bazı şeyleri değiştirebilir ve o değişenler de sizin için her şey olabilir. Bugün yetişkin bir adamken; ilkokul yıllarımdaki  coşkulu çocuk kişiliğimin halen benimle birlikte olduğunu hissedebiliyorum. Kim ne derse desin bence bu hayata tutunmak için müthiş bir neden. Son 11 yıldır tek düze bir hayat sürüyorum. Bu tek düzeliği ise tamamen zevk aldığım detayları başından sonuna kadar aynı heyecanla yaşayarak kendim için en kaliteli zamanlara çevirebiliyorum.



Detaylar aslında fazla değil; basketbola aşığım, hard rock ve onun türevi olan müziklerin büyük bir hayranıyım. Headliner grupların konser duyuruları 5-6 ay öncesinden yapılıyor ve satışa çıktığı ilk günlerde konser biletimi alıyorum. Eğer konser İzmir’ de değilse İstanbul’a yapacağım yolculuğun ve o konserin heyecanı daha o günlerde başlıyor. İzmir’de yaşıyorum ama İstanbul’u da İzmir kadar çok seviyorum. Dünyaca ünlü tüm grupların ülkemizde ilk ve çoğunlukla tek uğradıkları şehir İstanbul oluyor. Ayrıca İstanbul, Avrupa basketbolunun kalbinin attığı şehir. Fırsat bulduğum her an, havaalanlarında geçirdiğim yorgunluğu hiçe sayarak Anadolu Efes’in birçok Euroleague maçına gidiyorum. Tüm bu konserler ve Euroleague maçları benim için birer aktiviteden öte ömürlük anılar biriktirdiğim kültür ve yaşam olayları haline geliyor. Ben bu bakış açısıyla yaklaştığım sürece de böyle devam edecek. Bu yüzden o coşkuyu kaybetmemek ve içinizde bir çocuk olduğunu hissetmek her zaman size hayatta yaptığınız her şeyden daha çok zevk almanızı sağlayacaktır. Iron Maiden, Metallica ve Anthrax’ı  canlı izledim hatta Anthrax ile tanıştım. Blind Guardian’ı 2 kere izledim ve onlarla da tanıştım hatta gittiğim 2. konserlerinden önce onlarla tekrar görüşebilme fırsatım oldu. Tek kelimeyle olağanüstüydü. Efes’in maçlarına kaç kez gittiğimi hatırlamıyorum. Euroleague’de onların sayesinde CSKA Moskova, Baskonia, EA7 Milano, Olympiakos takımlarını izleyebildim. Birçok oyuncu ve coach ile tanışıp hatıra fotoğrafı çektirebildim. O fotoğraflarda zamanı durdurduk ve hayatım boyunca saklayacağım somut birer anı elde ettim. Daha güzel olan şeyse; o fotoğrafların çekildiği her anı aynı heyecanla hatırlıyorum. Mükemmel bir duygu.



Tatil zamanları haricinde basit bir çalışanım. Yukarıda da bahsettiğim gibi 11 yıldır tekdüze devam eden bir iş yaşamı. 10 yıllık gözlük satıcılığı ve optik kariyerinin ardından son 1 yıldır aile şirketinde çalışıyorum. Kedimle beraber yaşıyorum. Kültürel ve spor aktiviteler haricinde arkadaşlarımla yaptığım her şey benim için en az o konserler ve Euroleague maçları kadar kıymetlidir. Bu hayatta ki en iyi dostarım, bana kendi öz kardeşim kadar yakın olan arkadaşlarım Aşkın, Kaan ve Engin ile her yaz birlikte tatile çıkarız. Bu yaptığımız tatillerde şimdiye kadar ömrümüzün sonuna kadar gülümseyerek ve kahkahalarla hatırlayacağımız sayısız anılarımız oldu. Ne güzeldir ki; her yıl bir öncekinden daha güzel geçiyor. Yıllar ilerledikçe gerek iş yaşamımız gerekse özel yaşamımızda edindiğimiz sorumluluklarımız çoğalıyor. Herkesin hayatı bu şekilde ilerler. Bu yüzden kendinize ayırdığınız tatil zamanlarınızda dostlarınızla beraber eğlendiğiniz günlerin benzersiz bir tadı vardır. South Park’tan örnek vermek gerekirse Aşkın grubumuzun Eric Cartman’ı gibidir. Her türlü fikir ayrılığını kendi lehine çeviren aksi ama sevimli bir birey. Kaan ile ben Geleceğe Dönüş’te ki Dr. Emmet Brown ve Marty McFly olabiliriz. Örneğin; akşam saat 8 ve dışarıda fırtınalı bir hava var. O an çıkıp sinemaya gitmek istiyorum. Programa bakıyorum en yakın seans yarım saat sonra. Kaan’ı arıyorum ve hadi sinemaya gidelim diyorum. Sorgusuz sualsiz hemen tamam diyor ve çıkıp film izliyoruz. Sizin de hemen hemen her anınızda sizi hiç yalnız bırakmayacak ve sizin de yalnız bırakmadığınız Dr. Brown ve Marty gibi olduğunuz dostluklarınız vardır. Engin ise Yüzüklerin Efendisinde ki Samwise Gamgee gibidir. O da hiçbir zaman bizi yarı yolda bırakmaz. Eğer hayatınızda yıllardır süren böyle arkadaşlıklar kurduysanız yaşamınız boyunca hiç yalnız kalmazsınız ve kimse, hiçbir şey size zarar veremez. Kaan, Aşkın ve Engin gibi dostlarım olduğu için çok şanslıyım.


Birkaç gün önce Bodrum’dan döndük. Birlikte her zaman olduğu gibi harika bir tatil yaptık. Bodrum’da yeni bir arkadaş edindik. İstanbul’da yaşayan ve henüz tanışmamızın ardından 1 hafta geçmesine rağmen adeta yıllardır bizim aramızdaymış gibi olan ve bizden biri gibi dostluğunu hissettiren Aslıhan’ı tanımış olmak son tatilimizin en güzel ayrıntısı oldu. Basketbol ve daha birçok ortak noktamız bulunan yeni dostumuzla önümüzde ki sezon birçok Euroleauge maçında Avrupa basketbolunun coşkusunu yaşayacağız ve tatilde ki eğlenceli günleri yeniden tekrarlamak için planlar yapacağız. Dostlarınızla geçirdiğiniz her eğlenceli gün yaşamınızın en kıymetli anlarıdır. 11 yıldır tanıdığım can dostlarımla gittiğimiz son tatil şimdiye kadar en çok eğlendiğimiz tatil oldu. Halen etkisi sürdüğü için ve onların dostluğuyla hayatımın gerçekten bir anlamı olduğundan, 4 yıldır sürdürdüğüm bu blog serüveninde onlara da bir yer vermek zorundaydım. Daha iyi bir zaman olamazdı. Genellikle yaz aylarında buraya yazı yazmam ama en iyi arkadaşlarım benim için her zaman birer ayrıcalıktır. İyi ki varlar. Yukarıda da bahsettiğim gibi her yıl bir önceki tatilimizden daha güzel geçiyor. Bu yaz biz çıtayı oldukça yükselttik. Bundan sonrası nasıl olur bilemiyorum.



Şu an tatilden sonra eski rutinime dönmüşken bu satırları yazmak Bodrum’da ki eğlenceyi yeniden aklıma getiriyor. Açıkçası her tatilden sonra eski iş düzenine alışmak gerçekten çok zor. Yazının başında eski bir anı ile giriş yapmıştım. Bitirirken de 3 gün önce Bodrum’da tatil yaptığımız otelden ayrıldıktan sonra yaşadığımız bir olaydan bahsederek sonlandırmak istiyorum bu yazıyı.


Tatil yaptığımız otel Türkbükündeydi. Kaan’ın arabasıyla gelmiştik. Otele giden bir çok karışık köy yolu vardı. Küçük ve şehrin dışında çok trafik akışı olmayan yollardı. Navigasyon kullanımı, adres sorma vs. derken planladığımız saatten 1 saat geç olacak şekilde otele ulaşmıştık. Tatilin ardından Türkbükünden Bodrum’a, oradan da İzmir otoyoluna giderken tekrar yanlış yollara girme ihtimalimiz olduğunu biliyorduk. Otelden geç saatte ayrılmıştık ve nitekim tahmin ettiğimiz gibi oldu. Bir sitenin bulunduğu çıkmaz sokağa girmiştik. Sitenin güvenliği çok ters yerde olduğumuzu söyledi. Geldiğimiz yolu geri dönerken tek elleriyle büyük bir tüpü taşıyan iki tane yaşlı amca yanımızdan geçiyordu. Kaan arabayı durdurdu ve onlara İzmir otoyoluna nasıl çıkacağımızı sordu. Ellerinde ki tüpü yere bırakmadan amcanın biri bize yolu tarif etmeye başladı. Cümleleri kurarken adamcağızın dilinden ve yüreğinden adeta şefkat akıyordu. Yolu anlatırken sürekli bize

“Burdan gidin evlatlarım.. sonra sola dönün evladım.. oğlum, canım vs.”

şeklinde hitap ediyordu. O ellerinde ki kocaman tüpü bırakmadan bize anlattıkça içim gidiyordu. Adam elinde tüple bize yol tarifi yapıyor ve daha da yoruluyor diye düşünürken, o şefkat dolu yardımseverliği ve yüzünde ki gülümsemesiyle birlikte yorgunluğunun onu bir an bile rahatsız etmediğini hissettim. Giderken Kaan’a

“Dikkatli sürün evladım.” dedi.

O müthiş sohbetten sonra kendimi çok enerjik hissettim. O an sohbet ettiğimiz o amcanın da bu blog da yer alacağına karar vermiştim. Arkadaşlarımla geçirdiğim nefis tatil, o tatil de Aslıhan ile tanışıp müthiş bir dostluk kurmamız, tatil de geçirdiğimiz eğlenceli zamanlar, tatil dönüşü dünyanın en iyi yürekli insanlarından biriyle yollarımızın kesişmesi ve onun bize evimize gideceğimiz yolu tarif etmesi günlük yaşamda çoğu zaman karşımıza çıkan güzel tesadüfler değil. Tüm bunları yaşadıktan sonra hissettiğim şey daha güzeldi. Arkadaşlarım ve ben son 4 gün boyunca dünya üzerinde ki en doğru yerdeydik. Çünkü başka nerede olursak olalım bu kadar iyi vakit geçirebileceğimizi düşünmüyorum. Şimdiye kadar ki en güzel tatilimizdi. Tüm güzel anıların üstüne yepyenilerini ve daha iyilerini koyduk. Yaz bitmeden bir kez daha tekrarlamak istiyoruz.


Sevgi, şefkat, iyilik, yardımseverlik vb. gibi günümüz toplumunun çoğunlukla kaybettiği insani değerlerin her zaman çevrenizde olması dileklerimle, herkese iyi yazlar, iyi tatiller.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

22 Mayıs 2017 Pazartesi

YUGOSLAVYA

Dağılmadan önceki Yugoslavya’nın dünya basketboluna hükmettiği yılları hayal meyal hatırlıyorum. Eğer bölünmeselerdi; sadece sporda değil hayatın çoğu alanında ki branşlarda, gezegenin en önemli ülkelerinden biri olurlardı. Çocukluğumdan bu yana Yugoslav göçmeni birçok tanıdığım arkadaşım oldu. Yugoslav basketboluna olan ilgim ve çevremde bulunan insanlar sayesinde onların tarihini hep merak ettim.


Bosna Hersek'li punk grubu Dubioza Kolektiv ve ben. Yazı da ismi geçen solistleri
Almir Hasanbegovic sol başta.


İç savaşın başlaması ve peşi sıra takip eden yıllar boyunca tüm bölge içinde en çok acıyı Bosna Hersek halkı yaşadı. Yıllar boyu tanıştığım Boşnaklarda hep apayrı bir samimiyet ve iyi birer kalp gördüm. Kendimi o insanlara hep yakın hissettim. 16.Şubat.2014’te Bosna Hersek’li punk grubu Dubioza Kolektiv’i canlı izledim ve konserden sonra grupla tanışma şansı yakaladım. Senelerce beni dünyanın dört bir yanından rock yıldızlarıyla tanıştıran organizatör arkadaşım Erdem Çapar onlarla da tanıştırarak hayatım boyunca unutamayacağım bir anı edinmemi sağladı. Daha önce tanıştığım diğer tüm sanatçılarla el sıkışarak vedalaşmıştık. Aynı şekilde Dubioza Kolektiv’e de iyi dileklerimi sunarken vokalistleri Almir Hasanbegovic’e elimi uzattım. Kendisi aynı şekilde elimi sıkmak yerine beni kucakladı ve bu sarılma adeta kendi öz kardeşini kucaklarmışçasına uzundu. Çok etkilenmiştim. Bosnalıların ne kadar içten insanlar olduğunu zaten biliyordum. Karşımdaki insan ünlü bir sanatçı kimliğiyle değil gerçek kişiliğiyle beni selamlıyordu. O günden sonra Bosna Hersek’e olan merakım daha da arttı. Uluslararası spor karşılaşmalarında da onları destekledim hep. Tarihlerini araştırdım. Hemen hemen çekilen her belgeseli izledim. Geçtiğimiz yıl kardeşim Srebrenica katliamında hayatını kaybeden insanları anmak için her sene Bosna Hersek’te gerçekleşen Barış Yürüyüşü Marş Mira’ya katıldı. Bulunmayı en çok istediğim yerlerden biri. Onun 1 hafta boyunca bulunduğu Bosna Hersek’te ve Barış Yürüyüşü esnasında Potocari esir kampına kadar benimle paylaştıkları ve gönderdiği fotoğraflardan her şeyin önceden okuyup, izlediklerimden daha ciddi bir durum olduğunun farkına vardım. Baskısı sona ermiş olan en eski kitaplara kadar hepsini bulup aldım. 1 aylık bir süre içinde Bosna Hersek savaşı ve Srebrenica katliamı için yazılmış 7 kitap okudum. Okurken tüm o yaşanılanları düşünmek daha da yaralayıcı oluyordu.


·         Isnam Taljic “Sreebrenitsa’nın Öyküsü”
·         Emine Secerovic “Kurşunların da Rengi Var”
·         Zlata Filipovic “Zlata’nın Günlüğü”
·         Mehmet Koçak “Sreebrenitsa Soykırımı”
·         Aslı Şirin Öner “Dram Sonrası Bosna”
·         Cemaleddin Latic “Srebrenitsa Cehennemi”
·         Berkant Karakaya “Ölüme Giderken”



16.Ağustos.2016’da yazmış olduğum blog yazımda ilk 3 sırada ki kitaplardan bahsetmiştim. O yazıya buradan ulaşabilirsiniz.
Sonrasında diğer 4 kitabı da okudum. Onları da herkese tavsiye ediyorum. Bu 7 kitap şu an kütüphanemde ömürlük yerlerinde duruyorlar. Bu günlerde yeni bir kitap daha okumaya başladım ve açıkçası bu yazım da onun sayesinde ortaya çıktı.


·         İrfan Kaya Ülger “Yugoslavya Neden Parçalandı?”


Bosna Hersek halkı adına yaşanan tüm bu kötü olayların her ayrıntısına kadar bilgi sahibi oldum ve yakın bir tarihte yaşanan bu trajediye bir de Sırpların tarafından bakmak istedim. Neydi bu adamların Bosnalılarla alıp veremedikleri? Araştırmam Yugoslavya’nın dağılmasına sebep olan durumlara kadar yöneldi. 90’lı yıllarda Yugoslavya topraklarında yaşanmaya başlayan gerilim Slovenya, Kosova, Hırvatistan, Bosna Hersek, Karadağ ve Makedonya için sadece bağımsızlıklarını kazanmak için başlattıkları mücadele iken; Sırbistan için daha insanlık dışı bir soykırımdan ibaretti. Onlar din, dil, ırk ayrımını hiçe sayarak Bosna Hersek’i de toprak bütünlüklerine almak istiyorlardı. 1992’de Sarajevo’da başlayan savaş en başında sivillere yönelik değildi. Bir noktadan sonra asker ya da sivil fark gözetmeksizin bombalar patlamaya başladı. Srebrenica gibi Sırbistan sınırında bulunan Bosna kentlerinin küçük köylerinde yaşayan cahil ve beyinsiz Sırp sivillerinin Çetnik adını verdikleri sivil saldırı gruplarıyla ortaya çıkıp etnik bir temizlik yapma amaçları ve özellikle kendileriyle aynı düşünce yapısına sahip Bosna’da ki Sırp cumhuriyetinin başkanlık konseyi üyelerinden Radovan Karadzic ile general Ratko Mladic’in başında olduğu ordu kuvvetlerini de arkasına alan bu topluluk faciayı kontrol edilemeyecek boyutlara taşıdı. İstedikleri sadece Srebrenica’yı Sırp toprakları yapmak değil aynı zamanda bölge de islam dinini de ortadan kaldırmaktı. Tüm erkekleri kurşuna dizip, kadınlara tecavüz ettiler.


1995’te imzalanan Dayton Anlaşması ile savaş ve soykırım sona erdi. Lahey Uluslararası Savaş Suçları mahkemesinde Sırplar suçlu bulundu ancak Sırp ordusunun ve Çetniklerin yaptığı bu katliam bir soykırım olarak nitelendirilmedi. Radovan Karadzic ve Ratko Mladic suçlamaların ardından kayıplara karıştılar. Temmuz 2008’de Karadzic, Mayıs 2011’de de Ratko Mladic yakalandı. Radovan Karadzic için 40 yıl hapis kararı çıktı. Mladic’in davası halen devam ediyor ve bu yıl Hollanda’nın Lahey kentinde karara varılacak. Bu davayı yakından takip ediyorum.


Sırbistan sınırında bir şehir olan Srebrenica’da yaşananlar; lakabı Bosna Kasabı olan siyasetçi Radovan Karadzic ve Bosnalı Sırp ordusunun generali Ratko Mladic’in sebep olduğu tüm insanlık dışı olaylarla bağdaştırılarak kamera kayıtlarıyla bütün dünyaya duyuruldu. Srebrenica’da gerçekleşen bu katliam sadece o şehirde yaşanan bir trajedi değildi. Zepa, Zvornik ve Goradze’de de aynı insanlık suçları işlenmişti. Drina ve Neretva nehirleri adeta kırmızıya boyanmıştı. 3 yıl boyunca Birleşmiş Milletler’in müdahalesi yetersiz kaldı. Aslında tüm Bosna Hersek’te toplamda 250.000 sivil ve asker hayatını kaybetti. Savaşın sonunda Srebrenica’da 8372 sivilin öldüğü duyuruldu ama  şehirde yaklaşık 15.000’in üzerinde insan kayıptı. Bu katliamlardan sonra sahte kimliklerle kaybolan Karadzic ve Mladic yıllarca arandı. Bazı TV programlarında Mladic’in eşi konuşuyordu ve ona ortaya çık, teslim ol diye sesleniyordu. İzlediğim sayısız Youtube videosunda bu katliamları gerçekleştiren ve etnik temizlik peşinde olan pislik sivil Çetniklerin haricinde Sırp askerleri de vardı. Günahsız sivil erkekleri kurşuna dizerlerken ya da kadınlara tecavüz ederlerken onlara acıyan Sırp askerleri olursa anında öldürülüyorlardı. Suçunu üstlenen ve sebep oldukları tüm vahşeti kabul eden her savaş suçlusu, Lahey’de eğer onlara verilen emirleri yerine getirmezlerse canlarından olacaklarını dile getirmişti. Burada hiçbir Sırp askerini savunmuyorum. Yalnızca facianın büyüklüğüne, geri dönülecek noktada dönülmeyip çok daha kötü sonuçlara doğru yönlendirilmiş olmasına dikkat çekmek istiyorum.


Her açıdan Yugoslavya’nın bir bütün olarak kalması gerektiğini düşünenlerdenim. Bugün yaptığım araştırmalarda birçok Bosna Hersek’li insanın dağılmadan önce daha elverişli ve düzgün bir hayat sürdüklerini söylediklerini görüyorum ya da okuyorum. Bugün Bosna’da yaşayan önemli bir kesim Yugoslavya olarak devam etselerdi çok daha rahat bir ekonomi ve yaşantı süreceklerini öne sürüyorlar. Bu parçalanmadan en kötü etkilenen halk Bosna halkı oldu. Eğer bütünlüklerini koruyabilselerdi yazımın başında da söylediğim gibi bugün her alanda dünya da kendinden söz ettiren bir ülke olurdu Yugoslavya. Şu an Hırvatistan, Sırbistan ve Bosna Hersek aynı dili konuşan ülkeler. Önceden bir bütündüler. Şimdi ayrı birer toprak oldular. Tüm bu kötü yaşanmışlıkların ardından Slobodan Milosevic’ten sonra ki Sırp hükümetinin iyi niyetli olduğunu düşünüyorum. Bir daha hiçbir zaman tarihe kara bir leke olarak geçmiş bu soykırımların yaşanmayacağına da inanıyorum.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

10 Şubat 2017 Cuma

TARJA TURUNEN "THE SHADOW SHOWS" 9.02.17 İZMİR

9.Şubat.2017 Perşembe günü, hayatımda ki en güzel günlerden birini yaşadım. Tarja Turunen “The Shadow Shows – European Tour” konserlerinde önce İzmir ardından da İstanbul’da konser vermek için 2 gün boyunca ülkemize geldi. Onunla tanışma fırsatını yakaladım ve konseri izledim. Tarja’dan önce ön gruplar Devilfire ve Anvision’dı. Elimden geldiğince yaşadığım bu güzel günü anlatmaya çalışacağım.






DEVILFIRE
İngiliz Glam Metal grubu Devilfire, Birmingham’da kurulmuş. Grupla ilgili hiçbir bilgiye sahip değilim. Ancak sahne enerjilerinin çok iyi ve müzisyenlerin de çok yetenekli olduklarını söyleyebilirim. Sahnede çok fazla kalmadılar. 2. şarkılarının ardından solistleri Alex,

“Biz Birmingham’dan geliyoruz. Bizi İngiltere’de izleyen kendi insanlarımızın çoğu hep donuk bir yüzle seyrederler.”
dedi ve suratını sert bir ifadeye büründüren bir mimik yaparak onları taklit etti.

“Burada herkes gülümseyerek izliyor, ne kadar güzel insanlar, ne güleryüzlü bir şehir, eve dönmek istemiyorum.”


4. parçalarından sonra kimsenin eşlik ettiği bir şarkıları olmadığı için Black Sabbath ve Judas Priest karışık bir cover geçişi yaptılar. Herşeye rağmen güzel bir sounda ve enerjiye sahipler ve üstlerine düşen görevi çok iyi yaptılar. Gelecek vaad eden bir grup. Sahneden inerlerken bateristleri Lars Wickett bagetlerini bize fırlattı. İki bagetten birini yakalayan şanslı izleyicilerden biri ben oldum.



ANVISION
2007’de Polonya’da gitarist Greg Ziolek ve baterist Marcin Duchnik tarafından kurulmuş çok başarılı bir progressive metal grubu. Aynı ilk alt grup Devilfire gibi onlar hakkında da bir bilgi sahibi değildim ama bu grupla ömürlük anılar edindim. Konserden önce soundcheck esnasında grubun kurucuları Greg ve Marcin ile tanıştık. Yaklaşık 2 saat süresince, İzmir’den Tarnow’a kadar uzanan çok güzel bir sohbetimiz oldu. Bir ara Youtube’u açıp birkaç videolarına baktım ve müziklerini çok beğendim.


Sahnede yaklaşık 45 dakika kaldılar. Youtube’da ilk olarak dinlediğim “Around The Corner” isimli parçalarını çok sevmiştim. Canlı olarakta bu şarkıyı dinlemek çok güzel oldu. Dream Theater’a benzeyen bir soundları var. Progressive müziğe her zaman saygı duymuşumdur ve onlarda bu müziği çok güzel bir şekilde sunuyorlar.


Geçtiğimiz Kasım ayında blogumda power metal müzik ile ilgili bir yazı yazmıştım. O yazının sonunda yaşadığım süre boyunca keşfedeceğim sayısız grup olduğundan söz etmiştim. İşte onlardan biri Polonyalı Anvision oldu. Soundcheck’te çoktan karar vermiştim bundan sonra onları takip edeceğime. Soundcheck’ten önceki sohbetimiz, hayatım boyunca unutmayacağım bir anı olmuştu benim için. Konser sonrası daha güzel bişey oldu. Merchandise standında Anvision elemanları duruyorlarmış. Çıkarken kalabalıkta onları fark edemedim. Baterist Marcin “Hey Osman gidiyor musun?” diye seslendi. İnanın bana bu müthiş bir şey. Marcin sanki arkadaşıymışım gibi beni bassçıları Karol Wadowski ile tanıştırdı. Müthiş sıcakkanlı insanlar.


TARJA TURUNEN
Nightwish grubu özellikle “Oceanborn” ve “Wishmaster” albümleri ile hayatıma direk etki eden power metal gruplarındandır. Bu albümler 1998 ve 2000 yıllarında çıktılar. Tarja 2005’e kadar 9 sene boyunca bu grubun solistiydi. Nightwish’ten ayrıldığında ne Nightwish’i ne de onun solo çalışmalarını takip etmedim çünkü ben ve benim gibi düşünen bir çok fan için büyük bir bütünlük bozulmuştu.


Şimdi harika geçen bir günü nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama deneyeceğim. Soundcheck öncesi Tarja’yı görmeme rağmen onunla konuşma fırsatım olmadı. Bass gitaristleri Türkiye’ye gelmemişti, grup olarak eksiktiler ve bass bölümerini kayıt edilmiş materyalle çalacaklardı. Sanırım soundcheck esnasında bu yüzden gergindi. Soundcheck’in bitişinden sonra kulis girişinde onu yakaladım. Vera Müzik (organizasyon şirketi) davetlisi olduğum için etkinlik alanına kapı açılışından önce girmiştim onu gördüğüm esnada kalabalık yoktu. Sadece selam verdim ve fotoğraf çekilmek istediğimi söyledim. Benimle çok samimi bir şekilde fotoğraf çekildi. Hayatımın anlarından birini daha yaşamıştım.


Devifire ve Anvision’dan sonra saat 22:00’de sahneye çıktı Tarja Turunen ve grubu. Konseri sahne önünden izliyordum. Büyüleyici bir güzelliği vardı Tarja’nın, benim için Karanlıklar Ülkesinin Kraliçesi gibiydi. - Karanlılar Ülkesinin Kraliçesi, hiçbir zaman hayatıma girmemiş olan, varlığından bile haberim olmadığı bir tür hayal ürünü kişilik bknz. http://ocelik7.blogspot.com.tr/2015/05/karanliklar-ulkesinin-kralicesi.html - Nightwish’ten ayrıldığından bu yana onun çalışmalarını yakından takip etmemiştim. Konseri ön sıradan seyrediyordum ve yanımdaki insanlar onun şarkılarına eşlik ederken benim eşlik edemeyişim cidden canımı sıkıyordu. 3. Şarkısının anonsunu yaparken göz göze geldik,

“Next song…” dedikten sonra durakladı. Ben de o an ezbere bildiğim iki şarkısından birinin adını söyledim.

“Falling Awake” dedim.

“No” diyerek kaşlarını kaldırdı ve

“Lucid Dream” dedi.

Müthiş bir andı. O an gerçekten çok mutlu oldum. Blind Guardian konserindeyken Hansi Kürsch onu videoya çektiğimi fark edip bana el sallamıştı. Böylesi benzer bir anı yaşamak çok güzel hissettirdi. “I Walk Alone” parçasını akustik bir performans ile çaldı. Şarkı sevdiğim parçalarından biriydi ve eşlik ettim. Sürekli İzmir hakkında ve seyirci hakkında güzel şeyler söyledi. Bir ara grup arkadaşlarına dönerek, İzmir Arena’nın denize bakan kısmını gösterdi ve
“En son denizi gördüğümüz bir yerde ne zaman çaldığımızı hatırlamıyorum. Şu an deniz orada ve bunu görüyoruz. Bu çok güzel bir şey, burası ne kadar güzel bir şehir, buradaki insanlar ne kadar güzel…” dedi.
Sahne enerjisi ve sürekli gülen yüzü ile büyülemeye devam ediyordu. Bir ara gerçekten güzelliğine kapıldım ve herkes eğlenirken donup kaldım. Bunu fark etti ve şarkı söylerken bir eliyle “noluyor, iyi misin” gibisinden bir hareket yaptı. Konserde benimle beraber olan arkadaşlarım da bunu fark etti “sana selamı çaktı” dediler. Bu da nefis bir andı. Ondan sonra hiçbir şekilde dikkatimin dağılmamasına özen gösterdim.


Kapanışı “Die Alive” ve ardından “Until My Last Breath” parçaları ile yaptı. Die Alive’ı birkaç gündür dinliyordum. Nakarat kısmı zihnime yerleşmiş sadece. Ona da eşlik ettim. Ne kadar hazırlanmaya çalışsam da sahne de çok güzel bir bayanın sizin sevdiğiniz tarzda bir müzik yapmasına alışık değilim. Bu açıdan ilk konserim oldu. Açıkçası Nightwish’ten sonra onu çok takip etmediğim için üzüldüm.


Son olarak Vera Müzik’ten sevgili Gökhan Oraydın’a burdan bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Soundcheck’leri izleme imkanını sağladığı için ve İzmir’de bu organizasyonu gerçekleştirdiği için. Bu şehrin bu konserlere ve etkinliklere çok ihtiyacı var.


OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

25 Ocak 2017 Çarşamba

KRİTİK "HER MEVSİM BİR UMUT"

Saat sabahın 3:50’si. 7 yıl sonra ilk kez, az önce Robin Sharma’nın “Ferrarisini Satan Bilge” kitabına ait olan en hızlı kitap okuma rekorumu kırdım. Simge Baştak’ın yazmış olduğu “Her Mevsim Bir Umut” kitabını 2 saat 50 dk.da okumayı bitirdim. Kitabı elime ilk aldığımda düşüncem, yatmadan önce 50 sayfa kadar okuyup Guns ‘N Roses’ın “Live Era” albümünü dinleyerek, o mükemmel notaların refakatinde uykuya dalmaktı. Fakat okumaya başladığım kitabın en az o konser albümü kadar eşsiz bir şekilde içime işlemesi uykudan içgüdüsel olarak vazgeçmeme neden oldu. Kitabı okurken zihnimde beliren düşünce ve hislerin; vakit kaybetmeden bu satırlara dökülmesini istedim. Amatör bir şekilde blog yazma tutkum devam ediyor. Buraya gerçekten yaşamıma dokunmuş ve hayatıma birşeyler katmış herşeyin üzerine denemeler ve kritikler yazıyorum. Simge Baştak’ın “Her Mevsim Bir Umut” kitabı da o eserlerden biri oldu.


Aslında kronolojik olarak yazarın ilk kitabı değil bu çalışması. İlk kitabı olan “Uzakta Kalanlar”ı önce okumak isterdim. Yarın o kitabı alacağım ve hemen ona da başlayacağım. Bosna Savaşı ve Srebrenica katliamı ile ilgili anı, otobiyografi ve araştırma türünde toplam 8 kitap okudum geçtiğimiz 3 ay içinde. Bu 8 kitabın üstüne Rus bilimkurgusu olan, Strugaski kardeşlerin “Pazartesi Cumartesiden Başlar” kitabını bitirdim. Zihnim tüm bu karışıklıklarla dolu iken, günlük yaşama, kendimden birşeyler bulacağım bir kitabı okumaya çok ihtiyacım vardı. Evimin en sevdiğim köşesi olan, küçük kütüphanemde duran, Simge Baştak’ın kitabı onca kitabımın içinde henüz okumadığım birkaç kitaptan biriydi.




Hikayenin İzmir’de başlaması beni bir anda içine aldı ve sayfaların nasıl ilerlediğini fark etmedim. Yaşadığım yerde geçen her hikaye benim için bir şekilde özel hissettiriyor. İzmir’den İstanbul’a ve Bielefeld’e kadar uzanan bir öyküyü adeta soluksuz bir şekilde okudum. Kitapta en çok hoşuma giden unsurlardan biri; öykünün zar zor aile olmayı başarmış olan 3 karakterin ağzından ayrı ayrı şekilde anlatılmış olması. Yazar bu tutumuyla, okurun kendisini o karakterlerin her birinin yerine koymasını kolaylaştırmak için fevkalade bir yol izlemiş. Bu şekilde öyküye daha çok tutundum ve anlatılanların içinden çıkmak istemedim. Kitap okurken bu tutkuya erişmek, bir okur için çok büyük bir lüks. Simge Baştak bunu inanılmaz bir şekilde başarmış.


Ana karakter Mevsim’in İzmir’de ki gençlik yıllarında başlayan öyküsünde sayfalar ilerledikçe kendimi bir gençlik filminin içinde gibi hissettim. Hikaye yıllar içinde ilerledikçe adeta bir Türk sineması tadında dram hislerine geçiş yaşadım. Bu duygu sıçramasını da okuyucusuna çok güzel aktarmış yazar. Elinizden bırakamıyorsunuz. Bütün bu duygu yoğunluğunu okuduğum satırlar üzerinde en güçlü şekilde yaşadım. Yukarıda söylediğim gibi, öykü 3 karakterin bakış açısından kaleme alınmış. Kendime ait birçok şeyi Mevsim’in çocukluk aşkı olan Tufan karakterinde buldum. Onun ağzından yazılanları okuyup aklımda resmederken, bu öyküyü gerçekten bir film tadında yaşadığımı hissetmek müthiş bir sanatsal yolculuktu benim için. Hikayede ki Tufan karakterinin hayatıma kattığı şeyler oldu. Bu yüzden sabahın bu saatinde bu blog yazısını yazıyorum. Hayatımızda iyi ya da kötü birçok durumla karşılaşırız. Kötü olanların bazıları bizim düzeltme kabiliyetimizin ötesinde olan istenmeyen durumlardır. Öykü de yaşanılanlar da Tufan’ın düzeltme kabiliyetinin ötesinde olan durumlardı. Tüm bu üzücü şeylerden sonra o düzeltme kabiliyetini en iyi şekilde gösterip hayata tutunmaya çalışmak son derece saygı değer bir olaydı. Yazar hikayesinde ki karakterlere öyle bir hayat vermiş ki; sevinçleri ve hüzünleri onlarla beraber yaşıyorsunuz.


Simge Baştak çok başarılı bir yazar. İlk kitabı olan “Uzakta Kalanlar”ı da hemen alıp okuyacağım. Bundan sonraki bütün çalışmalarını da takip edeceğim yazarlar arasında artık kendisi. İstatistiklere baktığımda bu blog onbinlerce tıklama görmüş. Bu yazı kaç kişiye ulaşır bilmiyorum ancak bu bu kitap kritiği ya da deneme tarzında düşünebileceğiniz yazımı okuyan herkese Simge Baştak’ın “Her Mevsim Bir Umut” adlı kitabını okumalarını tavsiye ediyorum.


Bu yazıyı yazarken Guns ‘N Roses’ın 1987-93 yılları arasında kaydettikleri müthiş konser albümleri “Live Era” bana eşlik etti. İzmir’de başlayan ve Almanya’ya kadar uzanan hikaye hakkında zihnimden geçenleri tasvir ederken, Slash’in halen sonsuzlukta yankılanan notaları ve Axl’ın tarifi yapılamayacak sesi ile bu kritiği yazarken tüm hikayeyi aklımda resmetmek ve kitabı yeniden yaşamakta çok güzeldi. Ayrıca bu yazı benim 2017 yılında ki ilk yazım oldu. Herkese iyi sabahlar.


OSMAN ÇELİK
www.twiter.com/ocelik7

14 Ocak 2017 Cumartesi

KRİTİK "O"

İLK NOT: Bu yazı kardeşim Ali Çelik’in yazdığı bir kritik yazısıdır. Çocukluğumuzdan bu yana bizi kitabına da, filmine de hayran bırakmış olan Stephen King’in en sevdiğimiz çalışmalarından biridir “IT”. 2017 yılında yeniden sinemaya uyarlandı ve gösterime girecek. Bu haberi ilk aldığımda heyecanlanmıştım. Kardeşimin de aynı hisler içinde olduğuna emindim. Bu yeni film için kendisi çok güzel bir değerlendirme yazısı yazmış. Onun izniyle yazdığı bu yazıyı blogumda paylaşıyorum. Ali Çelik’in blogum da bulunan ikinci yazısıdır bu yazı. Katkısından ötürü kendisine bir kez daha teşekkürler.

OSMAN ÇELİK

www.twitter.com/ocelik7


KRİTİK “O”

2017 yılı sinema açısından güzel geçecek bence. Tüm o gişe filmlerinin yanında dikkatimi çeken küçük ama güzel bir ayrıntı var. 


Stephen King'in It romanını herkes bilir. Amerika'nın Maine eyaletine bağlı Derry kasabasına musallat olan bir kötülük üzerine kuruludur. Bu kötülük Palyaço kılığında görünüp Derry'de çocukları kaçırıp yiyerek varoluşunu sürdürür. 1958 yazında 7 kişilik bir arkadaş grubuna denk gelen Palyaço Pennywise bu çocuklarca mağlup edilir. Aradan zaman geçer ve bu çocukların hepsi büyür, evlenir ve meslek sahibi olurlar.

1985 yılında Derry'de kayıp ve ölü çocuk vakaları yeniden hortlar. Çünkü Palyaço Pennywise geri dönmüştür. 1958 yazında Pennywise'ı mağlup eden o 7 kişilik arkadaş grubu birbirlerine söz verdikleri gibi, mağlup ettikleri Palyaço yeniden ortaya çıkarsa onu tamamen yok etmek için büyümüş halleriyle Derry'ye geri dönmüşlerdir.

Şimdi buraya kadar hikaye ve film herkesin bildiği şekilde. Püf noktası ise şu. Kitapta çocuklar Palyaçoyu 1958 yazında mağlup ediyorlar ve Pennywise 27 sene sonra geri dönüyor. 1990 yılında yapılan muazzam filmin üzerinden 27 sene geçiyor ve 2017'de Stephen King'in bu güzel kitabı yeniden beyaz perdeye uyarlanıyor. Solda ki resimde 1990 yılında ki efsanevi Pennywise performansıyla akıllara kazınan Tim Curry ve sağda 2017'de Pennywise'a daha karanlık bir karakter kazandıracağına inandığım Bill Skarsgård.

Neden mi 27 rakamı önemli. Stephen King'in kurgusuna göre Palyaço Pennywise Derry kasabasında her 27 senede bir diriliyor. 1990 yılından 27 sene sonra Pennywise bir kez daha dirilecek bu yıl.

ALİ ÇELİK

28 Kasım 2016 Pazartesi

NERETVA

Şiir: Osman ÇELİK
Fotoğraf: İ. Kerem ÖZTÜRK



Mostar Köprüsü’nün altında,
Neretva’nın suyu buz gibi.
Yazın bile soğuk.
Binlerce insanın kanı akmış o nehire.

Seni o nehir gibi seviyorum.
Soğuk, uzak, içine kapanık, umutsuz.
Umutsuz, içine kapanık, uzak, soğuk.
Seni o nehir gibi seviyorum.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

20 Kasım 2016 Pazar

CAN DOSTUM ÜBEYT

Kediler yaşadığımız dünyanın en ilgi çekici canlılarındanlar, bir kedim var ve yaklaşık 8 yıldır benim can yoldaşım. Allah daha uzun ömür versin ve hep yanımda olsun. Onun dostluğu, iyi enerjisi ve evime kattığı neşe paha biçilemez. Adı Çöl, ırkına has bir Siyam kedisi ve türünün tüm özelliklerini gözler önüne seren asil bir hayvan. Biraz övünmüş gibi oldum ama olsun; övgüyü hak eden bir kedi o, Çöl’ü tanıyan birçok arkadaşım bu tespitlere bizzat kendileri şahit olmuştur. Bu yazıda aslında başka bir kediden bahsedeceğim ama küçük dostuma, evimin neşesine de bir paragraf ayırmasaydım kendimi kötü hissederdim.


Geçtiğimiz yıl, İngiliz sokak müzisyeni James Bowen’ın başından geçen gerçek olaylara dayanarak yazmış olduğu bir kitabı aldım. Sarman ırkı bir kedi ile olan dostluğunu anlattığı bir kitaptı. “Sokak Kedisi Bob” en hızlı okuduğum kitaplardan biri olmuştu. Sıradan bir sokak müzisyeni iken Bob adını verdiği sokak kedisinin hayatına kattıklarını ve birlikte geçirdikleri günlük yaşantılarını kaleme almıştı Bowen. Bob ile birlikte tüm dünyada tanındılar, hikayeleri 22 dile çevrildi ve birçok ülkede yayımlandı. Bu kitabı okumanızı tavsiye ediyorum, bir kedi ile bir insan arasında kurulan dostluğu şairane bir şekilde aktarıyor. Kedi besleyen herkes muhakkak kendilerinden bir şeyler buluyor bu kitapta.


Lafı çok uzatmadan hemen konuyu bu satırlar üzerinde bahsetmek istediğim olağanüstü arkadaşıma getirmek istiyorum. Arkadaşım tahminimce 5-6 yaşlarında safkan bir sarman türü kedi. Son 4 aydır çalıştığım yerde her gün onunla beraberiz. İş arkadaşlarımın ve çoğu daimi müşterimizin de en yakın arkadaşlarından biri oldu kendisi, ona işyerimizin maskotu diyoruz. Adı Übeyt. İsmini ben verdim. Neden ona bu ismi verdim bilmiyorum ama onunla aramda bir bağ olduğunu hissettiğim ilk an zihnimde bu isim belirdi. Übeyt adında hiçbir tanıdığım yok, geçmişte aklımda kalan, unutmuş olduğum bir isim de değil. Orjinali Ubeyd, genellikle Arapların kullandıkları bir erkek ismi, kutsal bir anlamı da yok ama işte birden bire işyerindeki küçük dostumun adı Übeyt olarak kaldı.




Übeyt ile yaz mevsiminde tanıştık. Havalar çok sıcakken gündüzleri çalıştığım yere gelip klimanın altında ya da hava perdesinin yanında serinlemek için uzanıyordu. Şimdi ise soğuk günlerde aynısını ısınmak için yapıyor. Artık geceleri de içeride ağırlıyoruz onu. Kendisi çok ağır bir kedi, rahat 10 kg var. Ama tüm bu kaplanvari devasa görünüşüne rağmen adeta bir melek. Çok içine kapanık. Kendisinden çok küçük kedilerden bile dayak yiyor. İlginç bir şekilde etrafta ki tüm kedilerin ona karşı bir husumetleri var ve sanki o da suçluymuş gibi, suçunu kabullenmiş gibi onlara ses çıkarmıyor. Kesinlikle böyle olmalı çünkü sokak köpeklerine kabadayılık yaptığına şahit oldum Übeyt’in ama şaşırtıcı şekilde diğer kedilerden korkuyor hem de çevrede ki en büyük boyutlara sahip kedi kendisi olduğu halde. Sabah işe gelirken ona ve diğer arkadaşlarına mama alıyordum. Diğer kediler Übeyt kadar insan canlısı değillerdi. İçeri giren ve bizlerden çekinmeyen sadece Übeyt oluyordu. Çalıştığım yer açık alana kurulmuş bir avm’de bulunuyor. Yani dışarısı da özel mülk ve kurallar gereği kapı önlerinde mama kabı vb. şeyler bulunduramıyoruz. Übeyt için içeri girip yemeğini yemek sorun olmuyordu ama diğerleri bunu yapamadığı için restaurant önlerine geri dönüyorlardı. Yaz günlerinden bugüne her 2 günde bir biten mama paketinin yenisini alıyorum ve sabah akşam onu besliyorum. Onu her beslediğimde bana olan minnettarlığını sevgi gösterileri ile hissettiriyor. O anları yaşamak gerçekten olağanüstü. Yemek yedikten sonra uzun uzun miyavlayarak bana teşekkür ediyor ve kendini sevdirmek için yanaşıyor.




Gündüzleri içerdeyken inanılmaz ilgi çekiyor, kocaman görüntüsüyle iş yerimize gelen her ailenin ilgi odağı oluyor. Bazı insanlar “çocuğum sevebilir mi? Bir şey yapar mı?” demeye kalmadan “sev onu” diyorlar. Übeyt’in bakışlarından ve cana yakın tavırlarından herkes zararsız olduğunu anlıyor. “Size soracaktım, tırmalar mı diye ama çok sevecen olduğu belli sormama gerek kalmadı” cümlesini hemen hemen her gün muhakkak duyuyorum. Übeyt o kadar insan canlısı bir kedi ki; üstüne “hurraaa” diye koşturan ufaklıklara bile sesini çıkarmıyor. Bazen sevilirken  çok hırpalanmaktan canının yandığını hissediyorum ama insanlara karşı özellikle küçük çocuklara karşı tek bir geri adım attığını veya kendini korumak gibi bir hareket yaptığını görmüyorum. Onun iyiyi ya da kötüyü %100 anladığının farkındayım. Bazen içeri giren kişiler, çoğu insan gibi hayvansever olmuyor. Übeyt’te bende bunu hissediyoruz. Öyle anlarda Übeyt’e “dışarı çık” diyorum. Gidiyor ve biraz hava alıp geri geliyor. Bu ritüele karşılıklı olarak alıştık ve çoğu zaman ona söylememe bile gerek kalmadan kalkıp gidiyor. Tüm bunlara tanık olmak gerçekten çok güzel. Onunla geçirdiğim çoğu zaman aklımda James Bowen’ın kitabında okuduğum satırlar beliriyor.




Çoğu zaman blog yazılarımda konuları önceden seçerim ve yazdığım yazı birkaç günde hatta bazen 1 hafta da tamamlanır. Bu akşam yaşadığım bir olay bu yazıyı yazma isteği oluşturdu içimde. İçeri bir aile girdi 2 yaşında bir çocukları vardı. Übeyt boyut olarak bu ufaklıktan daha büyük görünüyordu. Onu hemen dışarı çıkarmak istedim ama aile kedilerden hoşlanıyormuş, çocuklarına “sev kediciği korkma” vb. şeyler söylediler. Çocuk, Übeyt’ten korkmuştu. Übeyt, ufaklığın yanına yavaş adımlarla ve her adımda küçülerek geldi. Harikaydılar. Çocuğun önüne yattı, ön ve arka ayaklarını birleştirerek adeta anne karnındaki bir bebek şeklinde küçüldü. Sonra ufaklık onun başını okşarken mırıl mırıl mırıldandı. Müthiş bir andı.




Evimde Çöl olmasa, Übeyt’in yeri kesinlikle benim yanım olurdu. Ancak Çöl’de artık çok küçük değil ve yaşam alanında ciddi bir egemenlik oluşturmuş durumda. Yani yanına bir arkadaş kabullenme günlerini uzun süre önce geride bıraktı. Übeyt’in sahiplenilmesini çok istiyorum, bizzat kardeşimin çevresine ve birçok arkadaşımın çevresine haber gönderdim. Bir yanım onun bir işyerinde değil de, gece gündüz kalabileceği sıcak bir yuvaya kavuşmasını istese de; ondan ayrı kalacak olma düşüncesinin rahatsız ettiğini de söyleyebilirim. Bazen bana “Ben burada, iş yerinde sizin yanınızda mutluyum, beni gönderme” der gibi bakıyor. Sürekli yanımda durup, sadakatini ve sevgisini gösteriyor. Bazen bu yaşantıya alıştığını düşünüyorum. Geceleri bomboş ve karanlık bir mağaza, gündüzleri bizim dostluğumuzla geçen sıcak günler.


 Yazımın başında bahsettiğim evimin neşesi Çöl :)


Onunla ilgili söyleyecek daha çok şeyim var; şimdilik en güzellerinden birkaçını söyleyip bitirmek istiyorum. Mükemmel karaktere sahip küçük bir arkadaşım var çalıştığım yerde. Her gün tebessümlerle ve karşılıksız sevginin verdiği tarifsiz bir huzurla başlıyorum güne onun yanında. İzin günümde benim olmadığım zamanlarda diğer iş arkadaşlarım Übeyt ile ilgileniyorlar. Çalışmıyorken onu özlüyorum. Acaba iyi mi, karnı tok mu vs. düşünceler aklımı kaplıyor. Onun da beni özlediğini biliyorum. Çoğu izin günümde bile işyerime gidip onu ziyaret ediyorum. Beni görünce çok mutlu oluyor. Her gün ilk karşılaşmamızda mutlaka koşarak yanıma geliyor ve dakikalarca kendini sevdiriyor bana. Mırıl mırıl mutluluk içinde o anın bitmesini istemiyor. İşte o birkaç dakika, beni ruhen öyle bir dinlendiriyor ki, saf bir enerjiyle güne başlıyorum. Übeyt’te kesinlikle Bowen’ın kitabıyla dünyaca üne kavuşmuş olan Bob gibi safkan bir sarman. Aynı cana yakınlık onda da var ve Bob’un James Bowen’ı sahiplendiği gibi, Übeyt’te beni sahiplendi. Yüreğimle buna inanıyorum ve o yüzden ondan kopabileceğimi düşünmüyorum.


OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7




GÖZÜ YAŞLI BİR VALS

Rüstem tek başına sürdürdüğü basit hayatını, her zaman sevdiği şeyleri yapmak için yaşayan sıradan bir insan olarak geçirmeye devam ediyordu...