28 Kasım 2016 Pazartesi

NERETVA

Şiir: Osman ÇELİK
Fotoğraf: İ. Kerem ÖZTÜRK



Mostar Köprüsü’nün altında,
Neretva’nın suyu buz gibi.
Yazın bile soğuk.
Binlerce insanın kanı akmış o nehire.

Seni o nehir gibi seviyorum.
Soğuk, uzak, içine kapanık, umutsuz.
Umutsuz, içine kapanık, uzak, soğuk.
Seni o nehir gibi seviyorum.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

20 Kasım 2016 Pazar

CAN DOSTUM ÜBEYT

Kediler yaşadığımız dünyanın en ilgi çekici canlılarındanlar, bir kedim var ve yaklaşık 8 yıldır benim can yoldaşım. Allah daha uzun ömür versin ve hep yanımda olsun. Onun dostluğu, iyi enerjisi ve evime kattığı neşe paha biçilemez. Adı Çöl, ırkına has bir Siyam kedisi ve türünün tüm özelliklerini gözler önüne seren asil bir hayvan. Biraz övünmüş gibi oldum ama olsun; övgüyü hak eden bir kedi o, Çöl’ü tanıyan birçok arkadaşım bu tespitlere bizzat kendileri şahit olmuştur. Bu yazıda aslında başka bir kediden bahsedeceğim ama küçük dostuma, evimin neşesine de bir paragraf ayırmasaydım kendimi kötü hissederdim.


Geçtiğimiz yıl, İngiliz sokak müzisyeni James Bowen’ın başından geçen gerçek olaylara dayanarak yazmış olduğu bir kitabı aldım. Sarman ırkı bir kedi ile olan dostluğunu anlattığı bir kitaptı. “Sokak Kedisi Bob” en hızlı okuduğum kitaplardan biri olmuştu. Sıradan bir sokak müzisyeni iken Bob adını verdiği sokak kedisinin hayatına kattıklarını ve birlikte geçirdikleri günlük yaşantılarını kaleme almıştı Bowen. Bob ile birlikte tüm dünyada tanındılar, hikayeleri 22 dile çevrildi ve birçok ülkede yayımlandı. Bu kitabı okumanızı tavsiye ediyorum, bir kedi ile bir insan arasında kurulan dostluğu şairane bir şekilde aktarıyor. Kedi besleyen herkes muhakkak kendilerinden bir şeyler buluyor bu kitapta.


Lafı çok uzatmadan hemen konuyu bu satırlar üzerinde bahsetmek istediğim olağanüstü arkadaşıma getirmek istiyorum. Arkadaşım tahminimce 5-6 yaşlarında safkan bir sarman türü kedi. Son 4 aydır çalıştığım yerde her gün onunla beraberiz. İş arkadaşlarımın ve çoğu daimi müşterimizin de en yakın arkadaşlarından biri oldu kendisi, ona işyerimizin maskotu diyoruz. Adı Übeyt. İsmini ben verdim. Neden ona bu ismi verdim bilmiyorum ama onunla aramda bir bağ olduğunu hissettiğim ilk an zihnimde bu isim belirdi. Übeyt adında hiçbir tanıdığım yok, geçmişte aklımda kalan, unutmuş olduğum bir isim de değil. Orjinali Ubeyd, genellikle Arapların kullandıkları bir erkek ismi, kutsal bir anlamı da yok ama işte birden bire işyerindeki küçük dostumun adı Übeyt olarak kaldı.




Übeyt ile yaz mevsiminde tanıştık. Havalar çok sıcakken gündüzleri çalıştığım yere gelip klimanın altında ya da hava perdesinin yanında serinlemek için uzanıyordu. Şimdi ise soğuk günlerde aynısını ısınmak için yapıyor. Artık geceleri de içeride ağırlıyoruz onu. Kendisi çok ağır bir kedi, rahat 10 kg var. Ama tüm bu kaplanvari devasa görünüşüne rağmen adeta bir melek. Çok içine kapanık. Kendisinden çok küçük kedilerden bile dayak yiyor. İlginç bir şekilde etrafta ki tüm kedilerin ona karşı bir husumetleri var ve sanki o da suçluymuş gibi, suçunu kabullenmiş gibi onlara ses çıkarmıyor. Kesinlikle böyle olmalı çünkü sokak köpeklerine kabadayılık yaptığına şahit oldum Übeyt’in ama şaşırtıcı şekilde diğer kedilerden korkuyor hem de çevrede ki en büyük boyutlara sahip kedi kendisi olduğu halde. Sabah işe gelirken ona ve diğer arkadaşlarına mama alıyordum. Diğer kediler Übeyt kadar insan canlısı değillerdi. İçeri giren ve bizlerden çekinmeyen sadece Übeyt oluyordu. Çalıştığım yer açık alana kurulmuş bir avm’de bulunuyor. Yani dışarısı da özel mülk ve kurallar gereği kapı önlerinde mama kabı vb. şeyler bulunduramıyoruz. Übeyt için içeri girip yemeğini yemek sorun olmuyordu ama diğerleri bunu yapamadığı için restaurant önlerine geri dönüyorlardı. Yaz günlerinden bugüne her 2 günde bir biten mama paketinin yenisini alıyorum ve sabah akşam onu besliyorum. Onu her beslediğimde bana olan minnettarlığını sevgi gösterileri ile hissettiriyor. O anları yaşamak gerçekten olağanüstü. Yemek yedikten sonra uzun uzun miyavlayarak bana teşekkür ediyor ve kendini sevdirmek için yanaşıyor.




Gündüzleri içerdeyken inanılmaz ilgi çekiyor, kocaman görüntüsüyle iş yerimize gelen her ailenin ilgi odağı oluyor. Bazı insanlar “çocuğum sevebilir mi? Bir şey yapar mı?” demeye kalmadan “sev onu” diyorlar. Übeyt’in bakışlarından ve cana yakın tavırlarından herkes zararsız olduğunu anlıyor. “Size soracaktım, tırmalar mı diye ama çok sevecen olduğu belli sormama gerek kalmadı” cümlesini hemen hemen her gün muhakkak duyuyorum. Übeyt o kadar insan canlısı bir kedi ki; üstüne “hurraaa” diye koşturan ufaklıklara bile sesini çıkarmıyor. Bazen sevilirken  çok hırpalanmaktan canının yandığını hissediyorum ama insanlara karşı özellikle küçük çocuklara karşı tek bir geri adım attığını veya kendini korumak gibi bir hareket yaptığını görmüyorum. Onun iyiyi ya da kötüyü %100 anladığının farkındayım. Bazen içeri giren kişiler, çoğu insan gibi hayvansever olmuyor. Übeyt’te bende bunu hissediyoruz. Öyle anlarda Übeyt’e “dışarı çık” diyorum. Gidiyor ve biraz hava alıp geri geliyor. Bu ritüele karşılıklı olarak alıştık ve çoğu zaman ona söylememe bile gerek kalmadan kalkıp gidiyor. Tüm bunlara tanık olmak gerçekten çok güzel. Onunla geçirdiğim çoğu zaman aklımda James Bowen’ın kitabında okuduğum satırlar beliriyor.




Çoğu zaman blog yazılarımda konuları önceden seçerim ve yazdığım yazı birkaç günde hatta bazen 1 hafta da tamamlanır. Bu akşam yaşadığım bir olay bu yazıyı yazma isteği oluşturdu içimde. İçeri bir aile girdi 2 yaşında bir çocukları vardı. Übeyt boyut olarak bu ufaklıktan daha büyük görünüyordu. Onu hemen dışarı çıkarmak istedim ama aile kedilerden hoşlanıyormuş, çocuklarına “sev kediciği korkma” vb. şeyler söylediler. Çocuk, Übeyt’ten korkmuştu. Übeyt, ufaklığın yanına yavaş adımlarla ve her adımda küçülerek geldi. Harikaydılar. Çocuğun önüne yattı, ön ve arka ayaklarını birleştirerek adeta anne karnındaki bir bebek şeklinde küçüldü. Sonra ufaklık onun başını okşarken mırıl mırıl mırıldandı. Müthiş bir andı.




Evimde Çöl olmasa, Übeyt’in yeri kesinlikle benim yanım olurdu. Ancak Çöl’de artık çok küçük değil ve yaşam alanında ciddi bir egemenlik oluşturmuş durumda. Yani yanına bir arkadaş kabullenme günlerini uzun süre önce geride bıraktı. Übeyt’in sahiplenilmesini çok istiyorum, bizzat kardeşimin çevresine ve birçok arkadaşımın çevresine haber gönderdim. Bir yanım onun bir işyerinde değil de, gece gündüz kalabileceği sıcak bir yuvaya kavuşmasını istese de; ondan ayrı kalacak olma düşüncesinin rahatsız ettiğini de söyleyebilirim. Bazen bana “Ben burada, iş yerinde sizin yanınızda mutluyum, beni gönderme” der gibi bakıyor. Sürekli yanımda durup, sadakatini ve sevgisini gösteriyor. Bazen bu yaşantıya alıştığını düşünüyorum. Geceleri bomboş ve karanlık bir mağaza, gündüzleri bizim dostluğumuzla geçen sıcak günler.


 Yazımın başında bahsettiğim evimin neşesi Çöl :)


Onunla ilgili söyleyecek daha çok şeyim var; şimdilik en güzellerinden birkaçını söyleyip bitirmek istiyorum. Mükemmel karaktere sahip küçük bir arkadaşım var çalıştığım yerde. Her gün tebessümlerle ve karşılıksız sevginin verdiği tarifsiz bir huzurla başlıyorum güne onun yanında. İzin günümde benim olmadığım zamanlarda diğer iş arkadaşlarım Übeyt ile ilgileniyorlar. Çalışmıyorken onu özlüyorum. Acaba iyi mi, karnı tok mu vs. düşünceler aklımı kaplıyor. Onun da beni özlediğini biliyorum. Çoğu izin günümde bile işyerime gidip onu ziyaret ediyorum. Beni görünce çok mutlu oluyor. Her gün ilk karşılaşmamızda mutlaka koşarak yanıma geliyor ve dakikalarca kendini sevdiriyor bana. Mırıl mırıl mutluluk içinde o anın bitmesini istemiyor. İşte o birkaç dakika, beni ruhen öyle bir dinlendiriyor ki, saf bir enerjiyle güne başlıyorum. Übeyt’te kesinlikle Bowen’ın kitabıyla dünyaca üne kavuşmuş olan Bob gibi safkan bir sarman. Aynı cana yakınlık onda da var ve Bob’un James Bowen’ı sahiplendiği gibi, Übeyt’te beni sahiplendi. Yüreğimle buna inanıyorum ve o yüzden ondan kopabileceğimi düşünmüyorum.


OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7




7 Kasım 2016 Pazartesi

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE POWER METAL

Power Metal müziği, yapısında metal müziğinin en zengin ögelerini bulunduran bir müzik türüdür. Thrash metal’den speed metal’e kadar gitar geçişlerini melodik bir şekilde dinleyiciye sunan bir müzik tarzıdır. Biçimsel olarak New Wave Of British Heavy Metal’e benzeyen sound, speed metal tonları ile hızlandırılıp geliştirilmiştir. Bu türü, Alman ve İsveç’li gruplar önderliğinde doğup Avrupa ve Amerika’ya yayılmış, geleneksel heavy metal müziği olarak tanımlamak doğru olabilir. 80’li yılların başından bu yana bilinse de, 1987 ve 1988’de çıkan Helloween’in “Keeper Of The 7 Keys part:1” ve “Keeper Of The 7 Keys part:2” albümleri bu türün yapıtaşı olarak kabul edilen çalışmalardır. Diğer metal müzik türlerinden ayrılan en önemli özelliği, daha melodik ve daha hızlı olmasıdır. Klasik bir metal grubunda bulunan enstürmanların yanı sıra senfonik çalgılarında bu müzik türünde kullanıldığını görürüz. 90’lı yıllardan günümüze birçok grup, klavye, viyola, çello, yan flüt ve keman gibi enstürmanlarla müziklerini zenginleştirmiştir. 1991 yılında ABD’de kurulan Kamelot, günümüzde halen başarılı bir şekilde çalışmalarını sürüdüren bir senfonik power metal grubudur. 1993’te İtalya’da kurulan Rhapsody grubu ise orkestral bir sounda sahip, senfonik speed power heavy metal grubu olarak müzikal yolculuğuna başlayan ve bu müzik türüne zenginlik katmış olan bir başka gruptur.


Almanya’dan Helloween ve Blind Guardian gruplarının, bu türün halen günümüzde faaliyet gösteren gruplar arasında en iyileri olduğu kabul edilmektedir. Her ne kadar çok üye değişimi ve anlaşmazlıklar yaşansa da İsveç’ten Hammerfall ve Finlandiya’dan Stratovarius grupları da onların ardından başarılı birer temsilcidir. Şarkı sözleri, diğer türlere göre günlük sosyal yaşantıdan ya da hayatın gerçeklerinden ziyade orta çağ efsanelerini ve mitolojik temaları konu alır. Özellikle Blind Guardian grubu “Yüzüklerin Efendisi” üçlemesinin yaratıcısı yazar J.R.R. Tolkien’den çok etkilenmiş bir gruptur ve genellikle albümlerinde Tolkien’in ve birçok fantastik edebiyat yazarının etkileri hissedilmektedir. Mitolojik unsurların yanı sıra şarkı sözlerinde başka konuları da ele alan power metal grupları vardır. ABD’li grup Iced Earth “The Glorius Burden” albümünde savaş ve askeri yapılanma ile ilgili parçalar ve siyasi içerikli şarkılar ortaya çıkarmıştır. Aynı şekilde İsveç’li grup Sabaton’da birçok şarkısında savaşı konu alır, hatta 2008 yılında çıkardıkları “The Art Of War” albümlerinde ki “Cliffs Of Gallipoli-Gelibolu Kıyıları” şarkısı, Çanakkale Savaşında yitip giden binlerce askere adadıkları bir çalışmadır. Grup bu şarkının bir bölümünde ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün sözlerine bire bir yer vermiştir.

“…oh mothers wipe your tears, your sons will rest a million years, found their peace at last…”

“…analar gözyaşlarınızı dindiriniz, evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur ve sükun içindedirler…”

Iced Earth ve Sabaton grupları her ne kadar power metal tarzına sahip gruplar olarak kabul edilseler de; ben onların müzik yapılarını thrash ve klasik metale daha yakın görüyorum.


Power metal müziği, tüm heavy metal türevlerinin arasında en çok saygı duyduğum ve sevdiğim müzik türüdür. Yukarıda da bahsettiğim gibi bu müzik türünün kökeni yeni dalga İngiliz Heavy metalinden gelmektedir. Heavy metal hayatıma girdiğinde bambaşka bir dünya da olduğumu hissetmiştim. Ardından 1 yıl içinde, 15 yaşımdayken power metal müziği ile tanıştım. 1997’den bu yana nerdeyse 20 yıla yakın bir süredir, askerliğim dışında bu müziği dinlemeden geçirdiğim günlerin sayısı bir elin parmaklarıyla sayılacak kadar azdır. Bu müziği keşfetmem, hayatımdaki en güzel dönemlerimden biri olmuştu, çünkü hiçbir zaman sıkılmadım ve ömrüm süresince de bu hislerle, bu müzik türünde yeni gruplar, yeni albümler keşfetmenin tadını çıkaracağım.


1996 yılının yaz mevsiminde Iron Maiden’ın “Killers” albümünü bir arkadaşımdan alıp dinlemiştim. Aradığım farklılık, hoşlandığım müzik türü kesinlikle buydu. Aynı yaz Ankara’dan, yine Iron Maiden’ın “X Factor” albümünü satın almıştım. Heavy Metal ile gerçek anlamda tanışmam Iron Maiden sayesinde oldu. Üçüncü aldığım albüm; şaşırtıcı bir şekilde Zonguldak’ta bulabildiğim yine Iron Maiden’ın “Best Of The Beast” albümüydü. Grubun o ana kadar 16 yıllık kariyerinde çıkardığı albümlerdeki en güzel parçalarından oluşan toplama bir albümdü. New Wave Of Britisih Heavy Metal müzik tarzı, hayatıma güzel bir farklılık katmıştı. Beni bu müthiş dünyanın içine soktuğu için Iron Maiden’a olan hayranlığım ve sevgim yaşamımca değişmeyecek. Zaten ne kadar içgüdüsel bir bağlılık olsa bile; onlar tarzlarını ve çizgilerini bugün bile hiç değiştirmeyerek ilerledikleri için onların çalışmalarını beğenmeyeceğim düşüncesinin nasıl olacağını hiç aklıma getirmedim. 26.Temmuz.2013’te Iron Maiden’ı İstanbul’da canlı olarak izledim. Umarım, en az bir kez daha izleme şansı bulurum kalan ömrümde.


Power Metal müziği bence tüm Heavy Metal türevleri içinde beni en çok çeken, kendimi gerçekten dinlerken farklı bir boyutta hissettiğim evrensel bir müzik tarzı. Dikkatinizi notalara verdiğinizde, New Wave Of Britisih Heavy Metal’den bir level daha melodik ve canlı ritmlere sahip olduğunu hissediyorsunuz. 90’lı yıllarda Zonguldak’ta yaşadım. Çok çağdaş bir şehir olsa da müzik olarak her istediğinizi bulabildiğiniz bir yer değildi. O yıllarda internetten indirme gibi bir lükse de sahip olmadığımız için sevdiğimiz grupların albümlerini alabilmek için büyük şehirlere gidiyorduk. Ailemle İstanbul ya da İzmir’e olan her yolculuğumda aklımda olan tek şey, hangi grupların albümlerini satın alacağım oluyordu. Ankara ise Zonguldak’a en yakın büyük şehir olduğu için sadece oraya albüm almak için gittiğim zamanları hatırlıyorum. Power Metal ile tanışmam Hammerfall sayesinde oldu. 1997 yılının kışında, bir haftasonu kar yağarken, küçük bir müzik marketin vitrininde gördüm ilk albümleri olan “Glory To The Brave”i, hem de şaşırtıcı bir şekilde yine Zonguldak’ta gördüm. Sadece albüm kapağından etkilenerek aldım ve dinleyince bütün dünyam değişti. Daha 15 yaşındaydım o zaman. Power Metal, tüm gitarların ve bütün enstürmanların daha hızlı, daha melodik ve canlı kullanıldığı bir müzik tarzıydı. Şarkı sözleri de çoğunlukla günlük yaşamın yanı sıra orta çağ, savaşlar, ejderhalar ve mitolojik temalardan oluşuyordu. Tamamen ait olduğum bir dünyaydı bu.


13.11.2014 - Alex Landenburg ile
Ex. STRATOVARIUS - LUCA TURILLI'S RHAPSODY


1998 yılında iki muhteşem albümle, iki dünya harikası grubu daha tanıma şansına eriştim. Helloween’in “Better Than Raw” ve Blind Guardian’ın “Nightfall In Middle Earth” albümleri. Bütün dünyamı sallamışlardı. Bu hisleri tarif edemem. Müzik dinlerken eğlenirsiniz, şarkıya eşlik edersiniz. Ben dinlerken yeniden doğuyordum. Kesinlikle çok mutlu oluyordum. Düşünün, Yüzüklerin Efendisi’ne hayransınız, Power Metal müziğini çok seviyorsunuz ve bir metal grubu sizin sevdiğiniz tarzda müzik yaparken, şarkı sözlerinde Tolkien’in eserlerini anlatıyor. Memleketim olan Zonguldak’ta yaşadığım son yıllar Blind Guardian ile güzelleşmişti. Onların bütün albümlerini buldum. Hammerfall ile başlayan bu serüven Hellowen ve Blind Guardian ile hayatımda büyük bir yere sahip oldu. Stratovarius, Rhapsody, Children Of Bodom, Avantasia, Dark Moor, Gamma Ray, Kamelot, Dragonforce ve niceleriyle devam etti bugüne kadar. Yaşamım süresince de devam edecek. 33 yaşımdayım ve Blind Guardian’ın 1998 yılında çıkardığı “Nightfall In Middle Earth” albümünü, aynı o zamanki 18 yaşımda sahip olduğum heyecanla tekrar dinledim bugün. Albümü dinledikten sonra bu yazıyı yazmak istedim.

04.05.2007 - Hansi Kürsch ile
BLIND GUARDIAN

Müzikle ilgili çoğu blog yazımda, yaşamım boyunca zihnimden silinmeyecek anlardan bahseder dururum. Hayatıma çok şey katmış olan müzisyenlerle tanışıp sohbet etmek; ömrümde yaşadığım/yaşayacağım en efsane zamanlar. Bu yaşadıklarımı müziğin bana hissettirdiği güçle ve o anlara olan özlemle bu şekilde anılarımda güçlü bir şekilde yaşatıyorum. 2007 yılında Blind Guardian’dan Hansi Kürsch ve Andre Olbrich ile tanıştım. 2015’te onları tekrar gördüm ve beni hatırlamasa bile Andre Olbrich ile geçmişi anmak mükemmel bir andı. Blind Guardian en sevdiğim power metal grubu ve şu yaşıma kadar onları 2 ayrı konserde canlı seyredebildim. Umarım sayısız kez tekrar izleme şansım olur. Bir dönem Stratovarius’un davulcusu olan Alex Landenburg şu an Luca Turilli’s Rhapsody grubunun bateristi. Onunla da tanışma şansım oldu ve daha güzel olanı ise tanıştıktan sonra Facebook’ta arkadaş olmamız ve bu dostluğun her geçen yıl pekişmesi. Alex benim kedim Çöl’ü çok seviyor ve Facebook’ta onun fotoğraflarına yorum yapıyor. Günlük yaşama ait hemen hemen tüm paylaşımlarımı beğeniyor. Bunun ne kadar muhteşem bir duygu olduğunu tanımlayamam.


04.05.2007 ve 14.05.2015 - Andre Olbrich ile
BLIND GUARDIAN

Müzik o kadar büyük bir dünya ki; hard rock’tan heavy metal’e tüm müzik türleri içinde, soundu ve şarkı sözleri başta olmak üzere beni kendisine hayran bırakan öncelikli tarz power metal. Daha keşfedemediğim çok fazla grup var. 80’li ve 90’lı yıllara bağlı kalmak mecburi bir durum değildi. Tamamen o yıllarda çıkmış grupları sevip benimsediğim için güzel vakit geçiriyordum. Şimdi dünyanın dört bir yanından bütün power metal gruplarının şarkılarına, albümlerine ulaşmaya çalışıyorum. Innerwish, Supreme Majesty, Secret Illusion, Darktribe, Dreamtale, Forgotten Tales, Rein Xeed ve Holy Knights şu an yeni keşfettiğim power metal grupları. Hayatım boyunca bu müzikten vazgeçmeyeceğim, sevdiğiniz türe ait yeni çalışmalar bulmak, farklı ve güzel şeyler dinlemek harika bir duygu. Bugün çocukluğumda hissettiğim aynı heyecanla, her çıkardıkları yeni albümlerde Hammerfall, Blind Guardian ve tüm diğer grupların yeni çalışmalarını da dinlemek müthiş bir his.


OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

2 Kasım 2016 Çarşamba

LINKLATER'IN "BEFORE..." ÜÇLEMESİNE DAİR

“Giden biriyle ya ikinci bir şansınız daha olsaydı?”


Yukarıda ki cümle, yönetmen Richard Linklater’ın 2004 yapımı “Gün Batmadan” filminin afişinde yazan yazıdır. Romantik bir seriye ait ikinci filmdir “Gün Batmadan” ve gerçek zamanlı çekilmiş olması ayrıca bir büyüleyicilik katmıştır esere. 9 yıllık periyotlarla karşımıza çıkan gerçek zamanlı bu hikaye 3 ayrı filmde anlatılmıştır. 1995’te ki ilk film “Before Sunrise - Gün Doğmadan” (hayatıma kattığı değerler inanılmazdır), 2004’te çıkan ikinci film “Before Sunset - Gün Batmadan” ve son olarak 2013’te gösterime giren “Before Midnight - Geceyarısından Önce”


Ethan Hawke’ı ilk kez 1989 yapımı “Ölü Ozanlar Derneği” filminde izlemiştim. Robin Williams’ın harika oyunculuğunun yanında en dikkat çeken karakter onunkiydi. Daha sonra “White Fang” ile karşıma çıkmıştı. Başarılı oyunculuğunun benim hayatıma direkt etki edebilecek bir filmle devam etmesi hem güzel bir tesadüf olmuştu hem de oyunculuğunu sevdiğiniz bir sanatçının size hitap eden bir çalışmada yer alması güzel bir rastlantıydı.


BEFORE SUNSET – GÜN BATMADAN (1995)
Interrail bileti ile seyahat yapan Amerikalı Jesse, Madrid’e görmeye gittiği kız arkadaşının yanından beklediği ilgiyi göremediği için ayrılmıştır. Jesse’nin ABD’ye dönüş için Viyana’dan kalkacak olan uçağına bir gün süresi varken trenle geldiği Viyana’da tek başına ülkesine dönüş vaktini beklemekten başka bir planı yoktu. Viyana’ya ulaşmadan önce trende bir Fransız ile tanıştı. Budapeşte’ye seyahat eden Celine ile sohbet etmeye başladıklarında; iki insanın arasındaki çekim ve hayat üzerine yaptıkları konuşmalardaki yorumlar eminim izleyen herkesi onlara hayran bırakmıştır. Richard Linklater oldukça başarılı bir şekilde bu romantizmi beyaz perdeye aktarmıştır. Ethan Hawke ve Julie Delphy’nin oyunculukları ise büyüleyici bir şekilde Jesse ve Celine karakterlerine hayat vermiştir.


Celine, Jesse ile olan sohbetinin bitmesini istemediği için Budapeşte yolculuğunu 1 gün sonraya erteler ve trenden Viyana’da, onunla birlikte iner. Bütün şehri dolaşırlar. Biz izleyenler ise, hem onlarla beraber Viyana turu yaparız hem de yeni tanışan iki insanın duygusal yolculuğunda mutlaka kendi hayatlarımıza dair bölümler görürüz ve ister istemez yüzümüzde bir tebessüm oluşur.


Siyasetten, yaşama, ilişkilere, hayata dair her yöne ait bakış açılarına kadar iki farklı ülkeden insanın keyifli sohbetinde romantizmi sonuna kadar hissettiriyor bu film. O kadar başarılı ki, Before Sunrise’ı kaç kez izlediğimi hatırlamıyorum. Benim için hep bir kaçış yolu olmuştur. Benzer bir birlikteliği yaşadım. Başka bir ülkeden, başka bir insanla. Jesse ve Celine gibi mutlu olamadım ama hayatımda bu tecrübeyi yaşamadan önce de bu film serisine hayrandım. Belki de Before Sunrise’ın hayatıma kattığı anlamlar sayesinde benzer bir deneyim oluştu hayatımda.


Filmin sonunda Jesse ve Celine’in ayrılmak zorunda kaldıkları an çok zordu. Onların yaşadığı üzüntüyü seyirci de sonuna kafar hissedebiliyordu. Mutlaka hikayenin bu şekilde bitmeyeceği belliydi. Ama kim düşünebilirdi Jesse ve Celine’in hayatlarında neler olduğunu görebileceğimiz zamanın tam 9 yıl süreceğini..?


BEFORE SUNSET – GÜN BATMADAN (2004)
1995’in 16 Haziran’ın da, Viyana’da ki tren istasyonundan, 6 ay sonra 16.Aralık’ta tekrar görüşmek üzere birbirlerine veda ettiler Jesse ve Celine. İletişim kurmak için hiçbir telefon numarası ya da e-posta adresi almadılar. Yaşadıkları o efsanevi günün büyüsünü yitirmemesi içindi belki bu düşünce ama ne yazık ki istedikleri gibi olmadı. 6 ay sonra buluşamadılar.



9 yıl geçmişti. Jesse evlenip bir çocuk sahibi olmuştu. 1995 yılında Celine ile geçirdiği tek günü sadece hatıralarında yaşatmak istemediği için o güne ait bir kitap yazdı. Eğer çok severseniz ve o sevgiyi zihninizde çok güçlü bir şekilde yaşarsanız böyle birşeyi başarabilirsiniz. Jesse, hayatının en güzel gününü yazmıştı. Yazdığı kitap sadece ABD’de değil Avrupa’da da çok ilgi gördü ve birçok dile çevrildi. 2004 yılında Paris’te ki bir imza gününde, söyleşinin son anlarında kitabevine giren Celine’i fark etti. Göz göze geldiler ve 9 yıl aradan sonra bu tarif edilmesi çok zor bir andı. Söyleşi sona erdikten sonra Jesse’nin uçağa binmek için 1 saati vardı. Kitap mağazasından birlikte çıktılar. Önce bir cafede oturdular, sonra yürümeye devam ettiler, vapura bindiler. Geçmişten ve yaşamlarında ki değişikliklerden konuştular. 9 yıl önce onlarla birlikte çıktığımız Viyana şehir turunun aynısı şimdi Paris’te gerçekleşiyordu ve aynı o zaman ki gibi büyüleyici ve romantikti. Daha sonra Jesse’nin uçağı kaçırmaması için tahsis edilmiş özel araçla havaalanına gitmeden önce Celine evine bırakıldı. Jesse, şoföre beklemesini söyledi. Celine’in dairesinde sohbetleri bir süre daha devam etti. Her ikisi de hayatlarında şu anda bulundukları yerin farkındalardı. Aralarında ki bu bağ yine kopmak zorundaydı, yine ayrılmak durumundaydılar ama kısacıkta olsa bu anın bitmesini istemiyorlardı.


Celine müziği açtı, çaldığı şarkı Nina Simone’un “Just In Time” parçasıydı. Sonra dönüp Jesse’ye

“Bebeğim, uçağı kaçırmak üzeresin.” dedi.


BEFORE MIDNIGHT - GECEYARISINDAN ÖNCE (2013)
Viyana’da başlayıp Paris’te devam eden romantik yolculuğun şimdi ki durağı Yunanistan. Muhtemelen son durak burası ama belli mi olur belki 2022’de tekrar izleriz bu muhteşem yapıtın bir devam filmini daha.



Aradan geçen bir 9 yılın ardından daha bu sefer Jesse ve Celine’in evlenip birleştirdikleri yaşamlarında çok tatlı ikiz küçük kızları olduklarını görüyoruz. Celine’in işi doğrultusunda Avrupa’da yaşıyorlar. Bu film biraz daha ilişkiyi korumaya yönelik ve ilk iki filmde ki kadar zeka dolu, romantizm dolu diyalogları çok fazla içinde bulundurmuyor. Konu daha çok Jesse’nin ilk eşinden olan oğlunu sürekli özlemesi ve onu sadece yaz tatillerinde görüyor olması sebebiyle derinlerde hissettiği üzüntüyü yansıtıyor ve evlilikte yaşanan çeşitli problemlere dayanıyor. Bu filmde gördüğümüz üzere her evlilik tabi ki mükemmel değildir. Evliliğin mükemmel olmadığı anlarda yeniden mükkemmel olmasını sağlamanın, çiftlerin gösterdiği özverinin sınırlarını gösteriyor bu film bize. İlk iki filmden özlediğimiz o romantik yolculuklar bulunmasa da; karakterlerle özdeşleşen seyirci için hakkını veriyor bu çalışma da. Filmin sonunda evliliklerini kurtarmak adına Jesse’nin ve Celine’in yaptığı konuşmalar ibretlik.


Before Sunrise’ta ki gibi, başka bir ülkeden bir kız arkadaşım olmuştu ve ayrılmıştık. Before Sunset’te ki gibi (9 yıl olmasa da) uzun bir süre sonra, hiç temas kurmadığımız 5 yılın ardından o kız arkadaşımı yeniden görmüştüm ve birlikte tekrar uzun bir vakit geçirmiştik. O dönemde zihnimde çok önemli bir rehber olmuştu bu iki film. Yıllar sonra dahi hayatıma kattığı deneyimi inkar edemem.




15.Temmuz.2013 Pazartesi günü 2 haftalık yıllık iznime ayrılmıştım. 1 hafta sonra ayın 22’sinde arkadaşlarımla Bodruma tatil yapmaya gidecektik. Yıllık izin, yaz mevsimi, tatil heyecanı, bütün bunlar çok güzeldi. Çok net hatırlıyorum serinin son filmi olan Before Midnight 19.Temmuz.2013 Cuma günü ülkemizde gösterime girmişti. Arkadaşlarımla tatile çıkacağım güzel bir dönemin öncesinde bu filmi sinemada izlemek müthiş bir huzur vermişti.


Before Midnight’ta anlatılanları henüz yaşamımda tecrübe etmedim ama Before Midnight için yine de söyleyebileceğim bir şey var; Bir insan bütün ömrünü tek bir insanla geçirebilir. O sevgiyi yaşıyorsanız ne mutlu size, şu an yaşamayanlarında en kısa sürede bu harika hayatı sevdiğiniz insanla tamamlamanız dileğiyle..


OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

16 Ağustos 2016 Salı

BOSNA SAVAŞI İLE İLGİLİ KİTAPLAR

1992-95 yılları arasında geçen Bosna Hersek Savaşı, 2000’li yılların başından bu yana ilgilendiğim bir konu. Nezuk’tan başlayıp, Potocari’de ki esir kamplarına kadar devam eden Barış Yürüyüşü’ne katılmak, gerçekleştirmek istediğim en büyük dileklerimden biri. Yıllarca Bosna Savaşı ve Sreebrenica Katliamı hakkında yayınlanan bütün belgeselleri defalarca izledim. Yakın tarihte gerçekleşen bu insanlık dışı olayı her yıl temmuz aylarında aynı yayınları izleyerek, gözüm yaşlı bir şekilde andım.
Bu yıl ki Barış yürüyüşüne kardeşim ve kuzenim katıldılar. Srebrenica’da ki toplu mezarlardan geçip dualarını yolladılar o masum insanlara. Onların yanında olamayışım beni çok etkiledi. Malesef iş yaşamım bu yolculuğu yapmama engel oldu. Geçtiğimiz yıllarda da tatillerimin hepsinde çoğunlukla arkadaşlarımla eğlenmeyi seçtim, nasılsa bir gün giderim diye. Önümüzdeki yıl bu yolculuğu artık ertelemeyeceğim. Ailemin, yaşanan insanlık dışı katliamdan görüntüleri bir bir görmesi, fotoğraflar ve o an hissettiklerini bana aktarması her zamankinden daha çok iç yaralayıcı bir şekilde iz bıraktı kalbimde. 6-12.Temmuz.2016 tarihleri arasında kardeşimle sürekli whats app. telefon ve sosyal medya yoluyla iletişimde olduk. Bir nevi bende Bosna’da gibiydim. Gittikleri heryer de, gördüklerini ve hissettiklerini benimle paylaştılar. Bu paylaşımlardan sonra unuttuğum çok önemli birşey olduğunu hatırladım. Bosna Savaşı ve Srebrenica Katliamı ile ilgili 10’larca belgesel ve program izlemiş olmama rağmen şimdiye kadar hiçbir kitap okumadığımı hatırladım.
Son birkaç ay içinde yaşamım köklü bir şekilde değişti. 5 yıllık işyerimden ayrılıp, yeni bir işe ve yeni bir hayata başladım. Bazı şeyler düşlediğim gibi olmadı. İçimde sayısız pandomimlerle geçen günlerim istemesem de benliğimi karanlığa sürüklüyor ve her zamankinden daha sessiz bir insan olmamı sağlıyordu. Tüm bu kötümserlikten kurtulmanın en iyi yolunun; yıllarca ilgilendiğim konuya daha sıkı bağlanıp, belgeseller haricinde konu ile ilgili çıkan ne kadar kitap varsa okumak olduğuna karar verdim. Hayatımda en hızlı kitap okuduğum dönemlerden birini yaşadım.
Ne için yaşıyoruz? Hayatlarımızda acı olarak nitelendirdiğimiz herşeyi sonuçta biz verdiğimiz reaksiyonlarla acı diye tasvir ediyoruz. Geçtiğimiz ay, 1 hafta içinde Bosna savaşıyla ilgili 3 kitap okudum. 2. Hafta da 2 kitap daha bitirdim. İnsanın hayatı boyunca yaşayabileceği en kötü felaketi içimde hissettim..

“Srebrenica’nın Öyküsü” (Isnam Taljic)
“Zlata’nın Günlüğü” (Zlata Filipovic)
“Kurşunların da Rengi Var” (Emine Şeçerovic)

“Güvenli Bölge” Gorazde (Joe Sacco)
“Srebrenica Cehennemi” (Cemaleddin Latic)

Bu kitapları okumalısınız. Gerçekten bu sefer farklı hissediyorum ve artık ölüm ya da sağlık konu olmadığı sürece beni hiçbir şeyin üzebileceğini düşünmüyorum. Sanırım konuyla ilgili her kitabı okuyacağım. Bosna Hersek savaşı ve Srebrenica katliamı ile ilgili Türkçe'ye çevrilmiş ya da çevrilmemiş her kitabı arıyorum.
"Birleşmiş Milletler Bayrağı Altında - Under The UN Flag" (Hasan Nuhanovic) Bu kitabın Türkçe çevirisi yok. İngilizcesini tüm seçkin kitabevlerinde ve nette aramama rağmen bulamadım. "Sarajevo Marlboro" (Miljenko Jergovic) Bu kitabın Türkçe çevirisi de var, İngilizce basımı da var. Ama ne yazık ki ülkemizde yine bu kitabı satın alabileceğim bir kuruluş ya da internet sitesi bulabilmiş değilim.
Tolkien’in “Yüzüklerin Efendisi” üçlemesinden sonra, ilgi ile okuduğum tek kitaplar dizisi Bosna Savaşı ve Srebrenica Katliamı ile ilgili olan kitaplardı. Fantastik bir eserle, siyasi ve tarihi eserleri benzeştirmem belki doğru bir ölçüt değil ama kütüphanemde mitolojiden, savaşa, din üzerine kadar çok geniş yelpazede bulunan kitaplar topluluğum var. Başka bir örnek vermem gerekirse, Robin Sharma’nın “Ferrarisini Satan Bilge” adlı kitabından sonra en hızlı okuduğum kitap Isnam Taljic’in “Sreebrenica’nın Öyküsü” isimli kitabı oldu. Ortalama günde 50 sayfa okurken, 310 sayfayı bir solukta 36 saat geçmeden bitirmiştim.
Tüm bu kitapları okurken, bir insanın başına gelebilecek en kötü şeyin nasıl birşey olduğunu tasvir etmeye çalıştım. İnsan hayatında bazı anlar vardır; öncesi ve sonrası diye ayırdığınız anlar. Bu anlar, en mutlu anlarınız ya da en üzgün olduğunuz anlar olabilir. Çoğu zaman yeniden doğduğunuzu hissedersiniz. Bosna Savaşı ile ilgili okuduğum her kitaptan sonra artık yepyeni bir insan olduğumu düşünüyorum. Konuyla ilgili bulabildiğim ve anında sipariş ettiğim 6. Kitabım bugün geldi.

“İnsanlık Tarihinde Kara Bir Leke Srebrenica Soykırımı” (Mehmet Koçak)

Yakın tarihimizde yaşanılan bu insanlık dışı olayın her anına yeniden esir olacağım ve yoluma devam edeceğim.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

28 Haziran 2016 Salı

ŞARAPÇI HAYRİ ABİ VE BANA ARMAĞAN ETTİĞİ TESBİHİMDEN ÖZÜRÜM

İlk Not: Bu yazı kardeşim Ali ÇELİK'e aittir, kendisinin izniyle blogumda paylaşıyorum. Bu güzel hayat dokunuşu için teşekkürler kardeşim..

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7


Şarapçıları çok severim ben. Yalansız ve riyasızdırlar. "5 Lira ver, şarap alacağım.." gibi net cümleler kurarlar. Ya da yolluk olarak yedek sigara isterler. İzmir'in şarapçılarıysa daha bir farklıdırlar.  Dürüstlüklerinin yanında bir de güzel soru sorup güzel kilitlerler adamı. Güzelyalı'da abimle otururken farkına vardım bu modern zaman dervişlerinin. 

1,5 sene önce Güzelyalı sahilinde bir tanesi ile tanışmıştım. İki kere karşılaşmıştık aynı hafta içerisinde, Gece vakti sahilde içerken. İlkinde benden 5 lira istemişti. Yaklaşımındaki samimiyeti fark ettiğimden yüzümde kocaman bir gülümseme ile uzatmıştım o eski, bir sürü elin değdiği pis parayı. Minnnetle almıştı parayı ama asla eziklik yoktu duruşunda. Hatta hemen ardından "Fazla sigaran var mı?" diye sormuştu. Ağzımda yanan sigaradan derin bir nefes çekip kapağını açtığım paketi uzatmıştım. Kısmetine iki tane çıkmıştı paketten. "Buyur" dercesine ikinci sigarayı alana kadar beklemiştim. 

"İki sigara verdin madem, bir soru sorayım öyle gideyim" demişti. "Sor" dercesine kafamı hafifçe sallamıştım. O sıra sigaramı bitirmiş, içmekte olduğum biramdan bir yudum daha almıştım. Şişeyi yere bıraktığımı gören modern zaman dervişi, (Adı sanırım Hayri idi. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama hayırdan bahsettiğine bahse girerim) o anda yapıştırmıştı sorusunu.

"Yalnız kalmak mı seni daha çok korkutur? Aşık olmak mı?" dedi. İlkin idrak edememiştim soruyu. Kısa bir an yüzüm buruşmakla şaşırmak arasında bir hal almıştı. Şükür ki hızlı topladım kendimi bu beklemediğim soru karşısında. Az önce cebime koyduğum paketi tekrar çıkartarak, usulca bir sigara daha uzatmıştım Hayri Abi'ye. Sessiz ve ısrarlı şekilde uzattığım üçüncü sigarayı alırken yüzüme bakmış ve konuşmuştu..

"Anladım, sen aşık olmaktan korkuyorsun.."

Ve sonra elindeki siyah poşete koymak üzere şişeleri toplamak için yoluna devam etmişti. Bir şarapçı bana hayatımın belki de en net dersini vermişti hem de beni konuşturmak istediğini düşündürterek ama hiç konuşturmayarak. Toparlanmıştım ve apar topar eve yol almıştım..

Aradan bir kaç gün geçmişti. Yine bir akşam Güzelyalı sahilinde içiyordum. Son biramdı sanırım. Uzaktan bana yaklaşan adamı tanımıştım. Üstü başı kir, düşünceleri pak içindeki Hayri Abiydi. (İsmini bildiğim kadarıyla) Gelip oturduğum bankın önünde durmuştu. Bir kaç saniye bakıp. "Para istemeyeceğim." demişti. Yavaşça hareketlenmiş ve iç cebimdeki sigara paketimi çıkartmıştım. Bir sigarayı uzattığımda ama o çoktan kendi sigarasını ağzına yerleştirmişti. Çakmağımı çıkarıp, siyah gecede yakmıştım. Sigarasını yakıp derince sayılacak bir nefes çektikten sonra "Madem ateşin var, ne duruyorsun karanlıkta? Haydi koş hayata" demişti ve kurduğu cümlenin ne olduğunu anlamadığımı düşünmüştü ki devamına kendi yorumunu eklemişti. "Bakış açısını değiştiremiyorsan kafanı değiştir" demişti. Dediğim gibi ne dediğini anlamadığımı sanmış olmalı ki sigarasını tüttüre tüttüre gitmişti.

Aynı şarapçı, aynı modern zaman dervişi bir kaç gün arayla yüzüme aynı tebessümü bırakıp, bir öncekinden daha bodoslama şekilde bana hayat dersi verip gitmişti yanımdan. Ertesi gün ilk işim Alsancak'ta küçük dükkanında zanaatını icra eden berberim Sait Abiye gidip "Bakış açısını değiştiremediğim kafamı değiştirmek" oldu. "Üç numara yapalım abi." dedim. "Ali, emin misin saçların oğlum." dedi. "Kökü bende abi." dedim. 

Sonra aradan bir kaç hafta geçti. Güzelyalı'nın sahilinde güneş o kadar güzel batıyor ki efendiler, inanın siz de içerdiniz. Ki bende yine içmiştim o akşam. Gece olmuştu. Bilen bilir. Muzom Restoranı geride bırakıp gedikli tekel bayim olan Promil'i de geçip abimin evine giden o yokuşu tırmanmaya başlamıştım. Yokuşun bitişine yakın bir apartmanın kapısında oturmuş, battaniyesine sarılmış, mevcut soğuktan korunmaya çalışan birini gördüm. Alkolün bana verdiği yetkiye sığınarak olduğum yede durdum ve onun olduğu yere baktım. Tabi ki Hayri Abiydi. (Yine söylüyorum ismini bildiğim kadarıyla) Beni fark etmemiş olacak ki, içimden kurduğum cümleyi sesli dile getirdim. 

"Müşfik Kenter." dedim. Battaniyesinden sıyırdığı yüzüyle baktı sesimin geldiği yere. Anlamadığını varsayarak açıklama gereği duydum.

"Madem ateşin var, ne duruyorsun karanlıkta? Haydi koş hayata" dedim ve "Müşfik Kenter ne güzel oynamış 1987 yılında Füruzan'ın eserini." dedim. Kadife kadife gülümsedi. Kalktı usulca. Urbasının sağ cebindeki elini çıkardı. Elinde bir tespih vardı. Gecede göremiyordum ama belli ki kalender bir tespihti. Soğuk havada salladı ve önüme doğru attı o tespihi. 

"Ben çok çektim, biraz da sen sen çek madem" dedi. Ben kıpırdamadan dururken gerisin geri battaniyesine sarıldığı merdivene döndü. Sokak o kadar sessizdi ki sarhoşluğum saygı duruşuna geçti adeta o siyah taşlı tombul tespihi yerden alırken. Hayri Abi soğuk merdivenine döndü, ben onun bana emanet tespihini yerden alıp evime döndüm.

Sonra görmedim bir daha Hayri Abiyi. Takip eden bir senede abimin yanından ayrıldım. Kendi evime çıktım. Bu akşam abimin ricası üzerine onda kaldım. Kendisi Çeşme'de idi ve kızımız, küçük  siyam kedimiz Çöl yalnız kalmasın diye ben gelmiştim. Yaklaşık bir buçuk saat önce umarsızca ve hiç bir şey beklemeyerek Güzelyalı sahilde yürümeye çıktım. Karataş'a yaklaştığım bir yerde sahilde bir bankta ellerini göğsünde birleştirmiş bir adama denk geldim. Üstü başı eski. Sakalları uzun. Uyumuyordu belli. Ellerini göğsünde birleştirmiş, ayaklarını uzatmış gökyüzünü izliyordu. Kendisini rahatsız etmeyecek ama kendimi belli edecek bir mesafede durdum ve bir sigara yaktım. 

Bir süre sonra beni fark etti. Gökyüzüne çevirdiği başını ağır ağır yüzüme çevirdi. Tanıdık bir gülümseme yerleştirdi suratına. Hayri Abi (İsmini hala öyle biliyorum) bana bakıyordu. Ben bir sigara ya da şarap parası isteyecek zannederken göğüs kafesimi bir mızrak gibi delen o sorusuyla karşı karşıya kaldım. 

"Tespih umarım sana çok çektirmedi? Hala sende mi evlat?"

Böyle bir yutkundum. Durdum, durakladım. 

"Bende abi." dedim.

Daha bir gülümsedi. Bir çok hayat dersinden daha çok surata çarpan ifadesiyle konuştu.

"Sen neden bu kadar yalnızsın çocuk?" dedi. Ne dediğimi bilmeden şu cümle döküldü dilimden. Ali Lidar'dan bulmuştum verecek cevabı.

"Kendime bile tahammül edemezken bir benzerimle yakınlık kurma fikri bile oldum olası ürpertti beni...

Ve umarsızca devam etti.

"Umarım sevdiğin kadın sana benzemez. Benim tespih inşallah çok çektirmedi sana Ali.. Tespih hala sende mi?

Kısacık cevap verdim.

"Bende Abi."

Devam etti.

"Umarım kafanı değiştirmişsindir çocuk.."

Kurşun gibi ağırlaşan gecede, yanından uzaklaşmadan tek bir cümle çıktı ağzımdan.

"Yarın ilk iş berberime gidiyorum abi."

Merak edene cevap olsun, o güzel tespih, kendisini hiç hak etmeyen bir Havva kızında ve o tespihi ona veren bu günahkar Adem oğlu..

ALİ ÇELİK

8 Mayıs 2016 Pazar

TRAVMATİK ZAMAN KAPSÜLÜ

Müziğin en sevdiğim yanı; kendinizden birşeyler bulduğunuz grupların sizi sadece notalarıyla veya gitar tonlarıyla değil, evrensel olarakta etkileyip, dünyanın dört bir yanından insanlarla tanışmanızı ve birşeyler paylaşmanızı sağlaması. Sao Paolo’da yaşayan bir arkadaşım var. Kendisiyle Blind Guardian’ın fan club sitesinde tanışmıştık. Biraz ondan bahsetmek istiyorum.


Iron Maiden’ın son albümü “Book Of Souls”un dünya turnesinde, geçtiğimiz ay Brezilya’da ki konserlerinden biri Sao Paolo’da gerçekleşti. Heavy Metal müziğin dünya üzerindeki yapıtaşı olan her headliner grupta ki gibi Iron Maiden’ın da konser biletleri ucuz değildi. Brezilyalı arkadaşım Faby’nin o konsere gidebilmesi için, manav dükkanında çalışan 63 yaşındaki babası, ailesi için ekstra masraf olan konser biletini karşılayabilmek için bir hafta boyunca çift vardiya çalışmıştı. Faby, babasının ve konser biletinin fotoğrafını sosyal medya hesaplarında paylaştığında, onun için yazdığı sözleri okuduğum an gözlerim dolmuştu. Çok duygulanmıştım. Sevdiğim müziğin; düşüncelerimin ve kavramaya çalıştığım bu hayatın çok ötesinde bir değer olduğunu bir kez daha anlamıştım.


Ailemin dinlediğim müziğe farklı bir bakış açısıyla yaklaşması ve metal müziği sadece bir kuru gürültü olarak görmesi benim yaşamım boyunca bu müziğe daha çok bağlanmam adına bir inatlaşma değildi. Tam aksine bu müziğe aşıktım. Heavy Metal müziğe gerçekten büyük bir aşkla bağlı olduğum için her geçen gün daha çok sevdim. Ailem onaylamadığı için değil. 7.Eylül.1998’de Iron Maiden ilk kez Türkiye’ye geldiğinde 16 yaşımdaydım. O konsere gitmeyi çok istememe ve tüm yalvarmalarıma rağmen ailem buna izin vermemişti. Benim için büyük bir travma olmuştu. Bu olaydan 1 yıl kadar sonra Ankara’da görüp çok beğenerek aldığım Sepultura tshirtüm ise sadece birkaç kez giyebildikten sonra haberim olmaksızın evde toz bezi olarak kullanılmaya başlanmıştı. Geçmişte böyle şeyleri yaşadıktan sonra Brezilyalı arkadaşım Faby’nin babasıyla ilgili yaptığı paylaşım beni gereğinden daha fazla etkilemiş oldu. Benim kendi ailemle hiçbir zaman yaşayamadığım durumlar ve bundan sonra da hayatımın geri kalanında yine hiçbir zaman yaşayamayacağım hisler bunlar.


Ben Iron Maiden’ı ilk kez 26.Temmuz.2013’te, “Maiden England European Tour” Avrupa turnelerinin İstanbul konserinde izleme şansına eriştim. Kendi ekonomik özgürlüğümü elime aldıktan sonra kimselere bağlı kalmaksızın hayatımın bu en büyük olaylarından birini yaşamak muhteşem bir duygu olmuştu. Bu benim için ne kadar efsanevi olsa da; Brezilyalı arkadaşım Faby, ailesinin onun için yaptığı fedakarlık sonucu bu mutluluğa ulaşmıştı. Iron Maiden’ı ilk gördüğüm an da hissettiğim sevinci hiçbir şeyle kıyaslayamam ama eminim ki Faby benden daha büyük bir sevinç ve heyecan hissetmiştir.



33 yıla, bir Iron Maiden, bir Metallica, bir Anthrax ve tam iki kez Blind Guardian konserleri sığdırdım. Hatta Blind Guardian ve Anthrax ile tanıştım. Yani yarın ölsem üzgün olarak ayrılmam bu dünyadan. Yaşadığım süre boyunca elimden geldiğince kültürel etkinliklerde yeralmaya çalışıyorum. 1.Kasım.2015’te yaşadığım şehire, Uruguay eski devlet başkanı Jose Mujica, bir söyleşi için gelmişti. Daha çok siyasal anektodlar dışında bir insan olarak yaşadığımız hayata karşılık, hareket ettiğimiz duygu ve düşüncelerimize yönelik değerler katmıştı bana söyleşisinde. 



Doğu Yücel ile beraber
25.Temmuz.2013 - İstanbul
Iron Maiden konserinden 1 gün önce..



22.Nisan.2016’da İzmir 9 Eylül Üniversitesi kampüsünde, yazar Doğu Yücel’in “Hayalet Kitap” isimli romanında, öykünün geçtiği yerlerden biri olan (o zaman ki adıyla Sherwood) şimdi ki adıyla Denge isimli yerde gerçekleşen söyleşisine katıldım. Hayalet Kitap platonik bir aşkı anlatıyor ve benim yaşamım boyunca okuduğum en kıymetli kitaplardan biri. Bu kitap kendime ait en çok şey bulduğum eserlerdendir ve hayatımda çok büyük bir yeri vardır. Doğu Yücel üniversite eğitimi süresince yaşadığı tek taraflı bir aşkı kaleme alıp mükemmel bir öykü ortaya çıkarmıştır. Söyleşinin başında “Üniversite yıllarımda bir kıza aşık olmuştum. Tek taraflı bir deneyimdi ve benim için travmatik yıllardı. Ama ben o travmatik yılları eğlenceye dönüştürebilmiştim.” demişti. Bu cümlelerinden çok etkilenmiştim. O travmatik yılları acı ve hüzünle yaşamak var bir de eğlenerek yaşamak var. Çoğumuz platonik duygulara kapılmışızdır. Biri sizi, sizin onu sevdiğiniz gibi sevmiyorsa neden hep bu duyguya bağlı kalarak ondan vazgeçmeden sevmeye devam ederiz? Bir gün onunda sizi aynı şekilde sevme ihtimaline olan inancımızdan mı yoksa ondan daha iyi birinin karşımıza çıkacağı anı yakalayana kadar mı? Ben belki yazar Doğu Yücel gibi başarılı olamadım ama onun bana kattığı değeri inkar edemem. Tek tarafa hapsolmuş duyguların aslında çok kıymetli olduğunu ve o duyguların hiçbirinin gereksiz bir zaman kaybı olmadığını, tam aksine yaşamımın geri kalanında gerçekten benim sevdiğim gibi beni sevecek bir insanla karşılaştığımda o sevgi için neler yapabilecek güçte olduğumu gördüm ben Hayalet Kitabı okurken.



Doğu Yücel ile beraber
22.Nisan.2016 - İzmir 



Umarım hayatım boyunca; ben yaşamamış olsam da arkadaşım Faby’nin yaşadığı ve kendim yaşamışçasına sevineceğim mutluluk temelli durumlarla ve Doğu Yücel’in yazıları gibi tüm yaşamımı olduğu gibi etkileyecek kültürel olaylarla sık sık karşılaşırım. Bana armağan edilmiş bu yaşamı bu değerlerle tamamlamak çok güzel olur.


OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7


9 Nisan 2016 Cumartesi

EUROLEAGUE 2015-16 SEZONU TOP 16'NIN ARDINDAN


Bir Euroleague sezonunu daha geride bırakıyoruz. 14 haftalık heyecan dolu son 16 maçları sona erdi ve temsilcilerimizden sadece Fenerbahçe play offlara kalarak final four için yoluna devam etme başarısını gösterdi. Anadolu Efes ne yazık ki geçen yıl başardığı play off hedefinden bu yıl geride kaldı. Sadece 2 sezon öncesinde Türkiye Basketbol 2. Liginde mücadele eden Darüşşafaka Doğuş ise ilk Euroleague sezonunda ikinci tur Top 16’ya kalarak önümüzdeki yıllarda çok iyi bir takım olacağının sinyallerini verdi. Son Türkiye şampiyonu Pınar Karşıyaka Euroleague’e ilk tur gruplarında veda ederek Eurocup’ta başarılı bir grafik ortaya koydu. Herşeye rağmen 4 takımla başladığımız bu uzun yolculukta halen Fenerbahçe ile yolumuza devam ediyoruz.

 

Temsilcilerimizden Anadolu Efes’in yanı sıra Yunan takımı Olympiacos içinde hayal kırıklığı ile geçen bir sezon oldu. Top 16 maçları öyle çekişmeli devam etti ki; 7 galibiyet ve 7 mağlubiyetli takımlar arasından Efes, Khimki ve Brose elenirlerken, Real Madrid ve Kızılyıldız ikili averaj üstünlükleriyle play off yaptılar. Bu sonuç savunma basketbolunun ne kadar önemli bir faktör olduğunu bir kez daha ortaya çıkardı.

 
 
Play off eşleşmeleri de çok çekişmeli geçecektir. Fenerbahçe grubundan 1. Sırada ve saha avantajıyla çıkmış olsa da rakibi son şampiyon Real Madrid oldu ve rakip Madrid olunca inanın 1. veya 4. Olarak play off’a çıkmanın bir farkı yok. Bu noktada Fenerbahçe saha avantajını en iyi şekilde kullanmak zorunda. Ne kadar güçlü olsalar da CSKA Moskova’nın bu yıl en önemli şampiyonluk adayı olduğunu düşünüyorum. CSKA grubunu 1. bitirirken Real Madrid, Barcelona, Olympiacos gibi şampiyonluk adaylarının arasından sıyrıldı ve maç başına 90+ sayı ortalaması yakaladı. Fenerbahçe 1. bitirirken bu kadar kariyerli rakiplerle oynamadı. Aslına bakarsanız bu sıralamalarda bir ölçü değil ama CSKA ile karşılaştıklarında işlerinin herşeyden daha zor olduğunu düşünüyorum. Tabi bunu görebilmemiz için önce Madrid’i eleyip final four’a kalmalılar.
 
 

Kendi takımım Efes için ise söyleyecek  pek bir şey yok. Sadece ben değil tüm yakından takip edenler böyle bir başarısızlığı beklemiyordu. Umarım seneye değişen Euroleague formatında daha iyi bir yapılanma ile yine final four hedefi olan daha güçlü bir takım olarak sezona başlarız.




Her yıl basketbol sezonu bitmek üzereyken içimi hep kuru bir hüzün kaplar. Öylesi bir spor ki, tarifi mümkün değil benim için. 4-10 Temmuz arası A Milli Basketbol takımımız “12 Dev Adam”ın olimpiyat elemeleri ile bu yaz da yeni bir heyecan yaşayacağız. Ama öncesinde Fenerbahçe basketbol takımına Euroleague final four’una giden yolda yürekten ve sonsuz başarılar.

 

OSMAN ÇELİK

www.twitter.com/ocelik7  

6 Ocak 2016 Çarşamba

KÖK

NOT: Filmi izlemeyenler için bu yazı ciddi spoiler içerir.


2001 yılında,  vizyona girmeden önce gerçek bir yaşam öyküsüne dayanan “A Beautiful Mind” filminin çıkan ilk fragmanı beni çok etkilemişti. Russell Crowe ve Paul Bettany gibi akademi ödülü ve adaylıkları bulunan usta oyuncuların başrollerini paylaştıkları ve gerçek bir hikayeden uyarlanan film elbette kötü olamazdı ama bu işin bir de fragman endüstrisi var. Hollywood en berbat filmler için bile öyle iyi trailerlar hazırlar ki sinemaya gidip muhakkak görmek istersiniz. Bu hayal kırıklığını “Vanilla Sky” filminde yaşamıştım. Fragmanıyla filmi tam anlamıyla tezat oluşturan bir çalışmadır “Vanilla Sky” ve o filmin fragman yapımcıları bence işlerini en iyi yapan sanatçılar. 1997’den beri fragmanı bu kadar süper olupta filmi tam aksine berbat olan bir başka çalışma daha görmedim.


Konu fazla dağılmadan; çoğu filmin fragmanında hikayeyi anlatan tok ve etkileyici bir ses tonuna sahip birileri olur. “A Beautiful Mind” filminin fragmanında geçen cümle beni derinden, tarifsiz yaralamıştı.  Tam anlamıyla verdiği mesaj şu şekildeydi. “Düşünün, sevdiğiniz insanları, ailenizi, aşkınızı düşünün. Onları ölümleriyle kaybetmiyorsunuz. Onların aslında hiç var olmamış olduklarını düşünün. Aslında hiç yoktular, onlar sadece sizin zihinlerinizde yaşayan birer hayal ürünü kişilerdi ve günün birinde siz bu gerçekle yüzleştiniz.” Princeton Üniversitesinden Dr. John Nash’in yaşamak zorunda kaldığı bir trajediydi bu olay ve Ron Howard’ın yönetmenliğinde başarıyla beyaz perdeye aktarılmıştı.


“I Origins” filmi 2014 yılında çevrilmiş ve bu filmi izlemeden geçirdiğim yaklaşık 2 yıl için kendime kızıyorum şu an. Bu hayatta birçok şey öğreniriz, karşılaştığımız çok şey vardır. Okuduğumuz bir  kitap, izlediğimiz bir film, katıldığımız bir söyleşi vb. bir çok durumda karşılaştığımız olaylar yaşamlarımıza gerçekten çok değer katar. 2 yıl önce duygusal ve ruhsal olarak zor zamanlarım olmuştu ve vakti zamanında bu filmi kaçırmayıp izleyebilseydim o anlarda hayatıma ve değer yargılarıma gerçekten anlam kazandıracağına ve insanı etkisi altına alan bu ruhsal değişime pozitif yönde sürükleneceğime emindim. 2001 yılında ilk kez izlediğim ve sonrasında bir “Yüzüklerin Efendisi” serisi kadar olmasa da defalarca yeniden seyrettiğim dram ve otobiyografi filmlerinin en güzellerinden biri olan “A Beautiful Mind” tan tam 15 yıl sonra beni aynı ölçüde derinden etkileyen tek film “I Origins” oldu.


Yakın arkadaşlarım Aşkın ve Kaan çoğu zaman olduğu gibi evime oturmaya geldiler. Misafirim oldukları her zaman evimde alkol eksik olmazdı. Çok konuşur, geyik yapar, güler eğlenirdik hep. Birlikte oturup sinemaya gitmediğimiz zamanlarda evde film seyrettiğimiz anlar çok az olmuştur. Ya basketbol maçı seyrederiz ya da eften püften şeylerden muhabbet ederiz. Bu akşam farklıydı. Bira, votka veya rakı yerine çay, nescafe ve kurabiyeler vardı. Kaan yanında harici hard discini de getirmişti ve onun arşivinden kendi arşivime filmleri aktarıyordum. “I Origins”i gördüğümde konusunu sordum. Bahsetmedi ve “mutlaka şu an açıp izlemeliyiz” dedi.


Birçok sahnesinde yerimden birkaç kez fırlamama neden olan film sayısı çok azdır. “I Origins” filminin çoğu sahnesinde istem dışı titrediğimi, ruhumun ve zihnimin tamamen bunun etkisinde kaldığı anları çok güçlü bir şekilde yaşadığımı hissettim. “I Origins” aşırı duygusal olan insanlara gerçekten çok zarar verecek niteliklere sahip bir film ve buna rağmen sizi içine alıyor, filmi bırakmanıza izin vermiyor. Arkadaşlarım gittikten sonra bazı yerlerini geri alıp, o sahneleri yeniden izledim. Kesinlikle hayatımda yeniden izleyeceğim filmlerden biri olacak. Filmin bana kattığı anlam duygusu ne kadar imkansızlıklarla dolu olsa da soyut olarak insanın içinde çok büyük bir güce hitap ediyor. Sadece soyut olarak düşünün, sevdiğiniz bir insanın ölümünü görüyorsunuz ve onunla yaşamdan sonra yeniden karşılaşıyorsunuz. O sevgiye, o ruha yıllar sonra yeniden kavuşuyorsunuz. 1999 yılında Dream Theater’ın ilk konsept albümü “Metropolis 2: Scenes From A Memory”nin cd.sini satın almıştım ve o albümü baştan sona dinledikten sonra reenkarnasyona ilgi duymuştum. “I Origins” filmi, sizi içine alıp, bu hissin aklınızda çok yoğun bir şekilde dolaşmasını sağlıyor. Filmde birbiriyle alakalı sahnelerin takibinde ve yapılan bilimsel testler sırasında ekrandaki görüntüleri ve duygu yoğunluklarını tarif edemeyeceğim bir büyüklükte kalbimde ve zihnimde yaşadım. Uzun süredir beni bu kadar çok etkileyen bir film izlememiştim. Muhakkak izlemelisiniz. Yönetmen Mike Cahill ve oyuncular Michael Pitt ile Astrid Berges efsane bir iş çıkarmışlar.


Son olarak, “The Walking Dead” dizisini 2010’dan bu yana takip ediyorum ve dizinin önemli oyuncularından Steven Yeun’da “I Origins” filminde çok başarılı bir şekilde yardımcı oyuncu rolünü üstlenmiş. “The Walking Dead” dizisi günümüzde fenomen olmuşken ve birçoğumuzun hayatına giren önemli bir yapıtken ben yine de zamanında “I Origins” filmini yakalayamamışım. 2 yıl gecikmeli de olsa bu duygu yoğunluğunu yaşamak harikaydı. 

 OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

GÖZÜ YAŞLI BİR VALS

Rüstem tek başına sürdürdüğü basit hayatını, her zaman sevdiği şeyleri yapmak için yaşayan sıradan bir insan olarak geçirmeye devam ediyordu...