18 Kasım 2015 Çarşamba

THOMAS HEURTEL: GERÇEK BİR LİDER YA DA SIRADAN BİR GUARD

Geçtiğimiz sezonun ortasında Euroleague'in A lisansına sahip elit takımlarından Anadolu Efes'e transfer olan Thomas Heurtel, hem kariyerindeki en önemli anlaşmalardan birini yaptı hem de yeteneklerini gerçekten sergileyebilmek adına iyi bir şans elde etti. Anadolu Efes gibi Final Four hedefleyen takımlardan biri sezon ortasında saha içi liderliğini taşıyacak bir oyuncuyu transfer ederek tüm takımın  gidişatını, bütün sporcuların ortaya koyacağı performanslarını birinci dereceden etkilemiş oldu.


Fransa bugüne kadar en iyi guardları yetiştirdi. Tony Parker, Antoine Rigadeu, Nando De Colo gibi oyuncular NBA ve Euroleague'de kendilerini kanıtladılar. 1989 doğumlu Fransız guard Thomas Heurtel ülkesinin ihtiyacı olduğu bir değer olduğunu göstermek için de en iyi oyununu ortaya koymak zorunda. Çünkü Tony Parker'ın kariyeri artık sona ermek üzere ve onun yerini dolduracak en  büyük adaylardan biri Thomas Heurtel. 

Anadolu Efes head coachu Ivkovic ona çok güveniyor. Oyun düzeninin tamamını onun üzerine kuruyor. Ivkovic böylesi kumarlar oynarken birçok basketbol otoritesi bu hamlelerin sağlıklı olmadığı yönünde beyanlarda bulunuyor. Geçtiğimiz sezon Top 16 öncesi sadece Draper ve onun ardında çok az süre alan İrlandalı guard Donnie McGrath'ın ellerinde hücum eden Efes sezonun ikinci yarısında Laboral'den Heurtel'i transfer edip topu tamamen onun ellerine teslim etti. Heurtel Top 16 maçları boyunca bireysel performansını en iyi şekilde ortaya koydu ancak takım çok fazla maç kaybetti. Euroleague anouncerları ve bir sürü yorumcu; Heurtel iyi oynuyor ama Efes kaybediyor, bunun bir anlamı yok, onun gelişi tüm takımın kimyasını bozdu şeklinde yorumlarla görüşlerini sundu. Efes kendisinden beklenmeyecek şekilde son maçta final 8 şansını elde etti. Malaga, aynı ülkenin takımı Laboral'i son maçta yenmeseydi Efes play off oynayamayacaktı. Malaga'nın kıyağından sonra Real Madrid ile eşleştiler. Seriyi 3-1 kaybederek elendiler. İspanya'da ki ilk maç ve İstanbul'da ki ilk maç basketbol adına çok güzeldi ve Efes için umut vaad ediyordu. 1-1'den sonra serinin ortada olduğu belliydi ama Real Madrid ağırlığını koydu ve 3-1 ile final four'a yükseldiler. Ardından da Euroleague şampiyonu oldular. Top 16 maçları ve play off serisi boyunca Heurtel kendi başına güzel oynadı ama Efes'in kaybettiği maç sayısı daha fazlaydı. Bu bir soru işareti olarak akıllarda kaldı.

2015-16 Euroleague'de Efes-Milano maçı öncesi ben ve Thomas Heurtel

2015-16 sezonu başladığında artık beklentiler de üst seviyedeydi. Heurtel'in yanına çok kaliteli transferler yapıldı. Onun yönettiği takım ve bu kaliteli kadro ile Efes birçok otorite tarafından yine final four adayı olarak gösterildi. Euroleague'e çok güzel bir başlangıç yapıldı. Deplasmanda ki Limoges ve İstanbul'da ki Milano maçları farklı kazanıldı. Milano maçında Heurtel'i ilk kez tribünden izledim ve ilk adımının ne kadar güçlü olduğunu, şut yeteneğini, saha görüşünü, inanılmaz pas becerisini yüz yüze gördüm. Alınan iki galibiyetten sonra aynı geçen yıl ki Top 16 maçlarında olduğu gibi yeniden bir çöküş yaşandı. Ard arda alınan 3 mağlubiyet yine soru işaretlerini beraberinde getirdi. Son ikisi uzatmalarda geldi ama telafisi olmayan maçlar ve çok şanssız hatalarla yaşandı. Heurtel bu kadar iyi oynarken kaybetmek özellikle onun son anlarda ki tercihlerinin oyuna direkt etki etmesi fazlasıyla anılır oldu. Şimdi konuşulanlar ise Antoine Granger'ın liderlik pozisyonunda daha çok bulunması, Thomas Heurtel'in bu yükü kaldıramadığı gerçeği. Yorumuna, kalemine çok güvendiğim basketbol yazarları bunları yazdı. Ancak tam aksini düşünüyorum ve Ivkovic'e güveniyorum. O dünya basketboluna Petrovic'i kazandırmış bir antrenör ve Thomas Heurtel ile ilgili sezgilerinde en ufak bir şüphe duymuyorum. Bunu Thomas Heurtel'i çok sevdiğimden ya da Granger'ı sevmediğimden söylemiyorum. Efes için ter döken her oyuncu benim için kıymetlidir. Ama asıl önemli olan Efes'tir ve inanıyorum ki ilk tur kalan maçlarda Thomas Heurtel hem kendi güçlü karakterini yansıtacaktır hem de takımı en iyi şekilde yönlendirip final four'un yine en güçlü adaylarından biri olduğumuzu tüm Avrupa'ya hatırlatacaktır.

Zaferlerle dolu yeni blog yazıları paylaşacağım anlar gelir umarım. Bu arada dip not; basketbol ile ilgili her yazı yazdığım esnada bana speakerlarımdan genellikle Guns 'N Roses, Scorpions, Deep Purple ve burda adını sayamayacağım birçok grubun soft şarkıları eşlik eder. Bu gece bu yazıyı yazmaya başladığım anda çok sevdiğim bir arkadaşım bana Halil Sezai'nin "İsyan" parçasının linkini gönderdi. İnanılmaz manidar bir şekilde bu yazıyı yazmaya bu parça ile başladım. Umarım Thomas beni utadırmaz ve Efes ile ilgili daha güzel yazılar paylaşabilirim.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

8 Kasım 2015 Pazar

EN GENÇ VE EN BAŞARILI COACH UFUK SARICA


Bugün basketbol ligimizde çok önemli bir maç oynanacak. Son lig şampiyonu Karşıyaka, son finalist Efes'e konuk oluyor. Geçen yıl ki play off finali serisinde Efes'i hem İstanbul'da hem de İzmir'de 4 maç üst üste yenerek 27 yıl aradan sonra ikinci şampiyonluğuna kavuşan Karşıyaka takımında bu sezon çok önemli değişiklikler var. Efes'in ise bu maça çok farklı şekilde hazırlandığına inanıyorum. Efes bu yıl 40. kuruluş yılını kutluyor. Efes'i tam 20 yıldır izliyor ve takip ediyorum. Bırakın bir takıma üst üste 4 kez yenildiklerini herhangi bir kulvarda, değişik takımlardan bile üst üste 4 kez bir mağlubiyet serisi yaşadıklarını görmedim. Sezon öncesi Cumhurbaşkanlığı Kupası finalinde Samsun'da karşılaşan iki takımdan galip gelen Efes oldu ve Cumhurbaşkanlığı kupasını Karşıyaka'ya kaptırmadı. Bu çizgisinden kurtulmamak için elinden geleni yapacak yetenekli bir kadroya, akıl küpü bir coach'a ve geçen yıldan kalan bir hesaplaşma azmine sahipler. Arada geçen zaman boyunca herşey Efes'in lehine gitti. Cumhurbaşkanlığı finalini vermediler, Euroleague'de daha iyi bir konumdalar ve gün gibi ortada ki; Karşıyaka şu an TBL'nin yenilgisiz lideri olsa da çok yıpranmış durumda. Karşıyaka gördüğüm kadarıyla Euroleague sertliğinde basketbol temposunu kaldıramıyor, bu seviyelere alışık değil ve Euroleague'de başarısız bir performans çiziyor. Ellerinde ki tek şey TBL'de iyi bir sezon başlangıcı yapmış olmaları. Ama bu ritmi kaybetmek içinde bir sürü sebepleri var.

Karşıyaka'nın bu sezon ilk Euroleauge maçına gittim. İzmir'de Barcelona'yı yendiler ve bu muazzam bir zaferdi. Oyunun kontrolü hep Karşıyaka'daydı. Tribünde oturduğum yer Karşıyaka benchine çok yakındı. TV'ler çoğu zaman herşeyi göstermezler. Karşıyaka basketbol takımının içinde çok büyük bir kopukluk hissettim. Coach Ufuk Sarıca yaptığı hatalı bir hareketten sonra Justin Carter'ı uyarıyordu. Maçın devam ettiği bir andı ve benchte ki Carter, Ufuk hocaya öyle bir çıkışıyordu ki bağırışları nerdeyse tribüne ulaşıyordu. Ardından çok ilginç birşey daha gördüm Carter parmağıyla Ufuk Sarıca'ya uyarı işareti yapıyordu sanki "benimle uğraşma kötü olur" der gibi bir hareketti. Ufuk hiç oralı olmadan döndü ve sahadakilere direktif vermeye devam etti. Bu tablo basketbol adına çok çirkin bir görüntüydü. Düşünsenize, önde götürdüğünüz bir maçta bile böyle problemler yaşıyorsunuz, kontrolü kaybettiğiniz ve kazanma ihtimalinizin uzak olduğu maçlarda ne yapacaksınız? İşte bu takım içi sorunların en büyük yansıması Lokomotiv Kuban deplasmanı oldu. İlk yarı 5 sayı ile önde kapattı Karşıyaka ama maçı 20 sayı farkla verdi. İlerleyen haftalarda Ragland'ın da takımda uyumsuzluk yarattığını ve coach Ufuk Sarıca ile problemler yaşadığını gördük. Karşıyaka Türkiye Basketbol Liglerinin şampiyonu, onlara sonuna kadar saygı duyuyorum ve seviyorum ama bu mantalite ile ilerledikleri sürece bir sonraki şampiyonlukları yine 20 küsür yıl sonra gelir.

Aslında söylemeden geçmek istemediğim bir başka konu da coach Ufuk Sarıca'nın durumu. Ufuk hoca çok büyük bir enerji ile Karşıyaka'ya tarihinin en büyük başarılarını yaşattı. Ama onun görevi burda bitmeliydi. Karşıyaka, Türkiye şampiyonu olduktan sonra Euroleague'de final four oynayacak bir kapasiteye sahip değil. Elbette bu harika olurdu ve bunu istemediğimden söylemiyorum kimse yanlış anlamasın ama eğri oturup doğru konuşalım; bunun için ne gerekli bütçeye ne de yeterli kadroya sahipler. Ufuk Sarıca'nın burdaki kararını asla anlayabilmiş değilim. Avrupa'da koyulan hedef sadece Euroleague'de bir üst tur ve kazandıracağı şeyler en iyi ihtimalle belki bir lig şampiyonluğu daha ya da Türkiye kupası. Amaçlar bu kadar belirginken Karşıyaka'da kalmayı tercih etti. Bu karara sonuna kadar saygı duyuyorum mutlaka bildiği birşeyler vardır. Ama düşünmeden edemiyorum; Panathinaikos kulüp yetkilileri onu ikna etmek için günlerce İzmir'de kaldılar fakat o kabul etmedi. İlk coachluk yıllarında Efes'in başında çok önemli bir tecrübe edindi. Ama daha yeniydi ve Türkiye liginde de, Euroleague'de de başarısız oldu. Sonra Karşıyaka'ya geldi. Orda ona verilen görevi layıkıyle yaptı. Orta sıralarda gidip gelen bir takımı adım adım Türkiye şampiyonluğuna taşıdı. Sonra önüne koyulan yetersiz bütçe ve şampiyon yaptığı takımdan giden oyuncular bile düşüncesini değiştiremedi. Sonuç olarak, şu anda Euroleague'de ilk tur grup maçları tamamlanmak üzereyken son sıradalar. TBL'de firesiz devam ediyorlar ama Euroleague'in onları fazlasıyla yıprattığı bir gerçek ve bu akşam oynayacakları Efes maçında bu sezon TBL'de ki ilk yenilgilerini almaları da muhtemel. Ufuk Sarıca genç bir coach ve önünde daha upuzun yıllar var ama benim düşüncem Karşıyaka'dan ayrılmayışıyla kariyerinin en büyük hatalarından birini yaptı. Karşıyaka Türk basketbol tarihinin önemli kulüplerinden biri ancak TBL'de yıllarca şampiyonluğa oynayacak ya da Euroleague'de final four kovalayacak ne bütçeleri var ne de kadroları. Bir sezon yüreğinle, parkelerde adeta can verircesine oynarsın ve bileğinin hakkıyla şampiyonluğu kazanırsın ama geldiğin yer bellidir ve bu başarıdan sonra yıldızlar bir bir giderler. Daha çok para kazanabilecekleri takımlara, daha çok kendilerini gösterebilecekleri ve daha çok başarılı olabilecekleri kulüplere giderler. Bu bir sistemdir. Her zaman daha iyi kontratı alabilmek için yol alırlar.

Ufuk Sarıca'nın içindeki basketbol ve Karşıyaka sevgisini anlıyorum. Belki gerçekten İzmir'i ve İzmir'de yaşamayı seviyor bu yüzden saygı duymak lazım. Ama şu an Panathinaikos'un başında olsaydı. Günün birinde Ivkovic ya da Obradovic gibi efsane bir coach olma ihtimali, mevcut kadrolarda ve onun basketbol zekasında daha yüksek olurdu. Yani bunu düşünmeden edemiyorum. Bu adam orta sıralara ait bir takımı ligin zirvesine çıkarıp şampiyon yaptı. Takımın yıldızları bir bir daha iyi kontrat alacakları takımlarla anlaşıp gittiler. Kadro derinliği yokolmuşken bir de TBL şampiyonu coach Eurobasket'te milli takımımızda yardımcı antrenörlük yaptı. Tamam ay yıldızımız başka, o bayrağa olan sevgimizden her görev kabul edilir ama şampiyon takım kimliğini koruyamadı ve Ufuk hocanın önünde daha iyi bir gelecek varken o kalmayı seçti. Bu gerçekten çok büyük yürek isteyen bir hareketti ve Ufuk Sarıca bunu gösterdi. Karşıyaka basketbol takımının içindeki problemleri, anlaşmazlıkları ve uyumsuzlukları gördükten sonra o takımın başarılı bir sezon geçireceğini düşünmüyorum. Umarım en iyi senaryo Ufuk hoca için gerçekleşir ve önündeki yıllarda daha çok başarıyı yakalar. Aydın Örs ve Ergin Ataman'dan başka kariyeri başarı dolu Türk coachlarımız yoktu. Şimdi Ufuk'ta var. Pınar Karşıyaka basketbol takımı ve Ufuk hoca için en iyi şeyleri diliyorum. Umarım başarıyla devam ederler.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

27 Eylül 2015 Pazar

GÖKYÜZÜM



“Bir insanın ruhunun derinliklerini görebilen herkese..”

Sonbahar her açıdan harika bir mevsimdir. Ne çok soğuk ne de çok sıcak. Hava tam olması gerektiği gibidir hatta bazen çiseleyen yağmur bile size çok şey anlatır. Mutlaka duyarsınız o anlatılanları. Soğuk bir Ekim akşamı, çoğu zaman olduğu gibi Güzelyalı sahilinde yürüyordum. Kulaklıklarım takılıydı yine ve Megadeth’in “Dread And The Fugutive Mind” parçasının sonundaki o efsanevi solo kısmı çalıyordu. Metallica’nın Master Of Puppets’ından ve Slash’in Anastasia’sından sonra benim için en iyi solodur. Adım attıkça kuru yaprakların üzerinden çıkan sesleri duymadığım halde duyabiliyordum. Evet müzik son ses açık olduğu halde yaprakların üzerinde yürürken çıkardığım ses zihnimde daha büyük bir yankı yapıyordu. Sonra müziği kapattım ve yürürken yapraklardan çıkan sesi dinlemeye başladım. Hava alacakaranlıktı, sonra birden bire zihnimde bir viyolonsel çalmaya başladı. Kendi kendine beliren bir melodi. Ne olduğunu bilmiyorum, bir yerlerde mutlaka kulağıma çalınmış olması gerek ama o anı hatırlamıyorum ve istem dışı aklıma kazınmış notalar kulaklarımın içinde yankılanıyordu. Ne olduğunu kestirmeye çalışırken tüm o müzik yok oldu ve kuru yaprakların sesi yeniden ön plana çıktı.

Eğer şanslıysanız; hayatınızı öncesi ve sonrası olarak ayırabileceğiniz bir insan karşınıza çıkacaktır. Benim de çıktı. Benim şanssızlığım ise ona hiçbir zaman öncesi ve sonrası diye ayırabileceğim biri gözüyle bakmamış olmamdı. Bazen bir ilişkiye siz başlarsınız, bazen de onlar başlar. Bu frekansı hiçbir zaman tutturamamış olmak insanlığın en büyük lanetlerinden biridir.

Hayat beni o kadar çok geride bırakmıştı ki, uzun bir zaman boyunca birlikte olmak istediğim insanlarla başaramamıştım. Aklımda kalmışlardı hep. Oysa yanımda biri vardı, beni koruyan ve beni yalnız bırakmayan, onunla birlikte olduğum sürece onun doğru insan olabileceğini hiçbir zaman düşünmedim. Kış mevsimiydi ve yalnız değildim. Hatta uzun bir süre sonra ilk kez bir sevgililer gününü tek başıma geçirmiyordum. Ama benim aklımdaki tek şey, sadece geceyi onunla geçirecek olmanın verdiği rahatlık duygusuydu. Belki dünyanın en sorumsuz düşüncesiydi bu ama bir şekilde duygularımın ve sahip olduğum kırılgan ruh durumunun yegane koruyucusuydu onu gözümde bir numara yapmamak. Bazı yazılar okudum; hatta edebiyatımızın en güçlü yazarlarının kaleminden çıkan yazılardı. Yanınızda sizi seven ama sizin onu, onun sizi sevdiğiniz kadar sevmediğiniz insanları anlatan yazılardı. Hepsi de gerçek doğruluğun, hayatınızdaki o insanlara sarılıp yola devam etmek olduğundan bahsediyordu. Kesinlikle etkilenmemiştim çünkü bana doğru gelmiyordu. Ama bilmediğim bir şey vardı. Benim hayatım her açıdan tükenmeye başladıkça aslında yapayalnız olduğum gerçeği ve yanımda o insandan başka kimseyi göremediğim anların çoğalmaya başlamasıydı.

Zihnimin, kişiliğimin önüne geçemediği günlerden birinde yine bir akşam İzmir’de Güzelyalı sahilinde yürüyordum. Eylül ayıydı bu sefer, gerçekte sonbahar mevsimine girmiştik ama teorik olarak sonbahar başlamamıştı. Hava halen yaz sıcağıydı.  Kısa bir süreliğine gökyüzü griye dönmüştü hatta yağmurda çiselemeye başlamıştı. Sahilden dönüp caddeye girdim ve yolun karşısına geçtim Güzelyalı karakolunun tam karşısında kaldırımlarda yürürken, ilginç bir şekilde o viyolonsel sesini tekrar duydum. Harikulade bir melodiydi kısa bir süre sonra bir de çello eşlik etmeye başladı. Bu ne olabilirdi? Apocalyptica diye düşündüm ya da Vivaldi. Bu ensturmanları kullanan başka hiçbir müzisyen ya da grubu dinlemiyordum. Vivaldi olamazdı çünkü onun Four Seasons’larını dinliyordum sadece ve bu melodi onlardan biri olsa mutlaka tanırdım. Apocalyptica’da olamazdı çünkü viyolonsel kullanmıyorlardı. Bu karmaşık düşüncelerin içine girince müzik yine kesildi.

Bu müzik ve bunun gibi tanımlayamayacağım birçok şey var hayatta. Günler ilerlerken, sahip olduğum hayatı ve sahip olamayacağım hayatları düşündüm. Aslında kıyaslama yapmadım. En büyük hatalarımdan biri; kendi sahip olduğum hayatımın aslında en iyi hayatlardan biri olduğunun uzun bir süre boyunca farkına varamamaktı. Tüm bu pandomimler doğrultusunda kendi yaşamım nötr bir şekilde ilerlerken karşımdaki insanın hayatını tüketmeyi başarabildim. Bir insan için en kötü son; kötü adam olduğunu filmin sonunda öğrenmektir. Sonra filmin devamı çekilir ve devam filminde de kötü adam olarak rol devam eder. Bir karıncayı bile incitemeyeceğinizi düşünürken bir an da “The Avengers” ta ki Loki olup çıkmışsınızdır. Ne kötüdür o; kalbiniz kırılır, terk edilirsiniz, verdiği sözleri tutmaz, size ihanet eder. İşte bazılarımızın acı çekmesi gerekir. Bazılarımızın bir kaderimiz olduğuna inanması gerekir.

Kader demişken; ben kadere inanmıyorum. Hayatım benim istediğim şekilde sürmeli, ben buna inanıyorum ve her zaman kafamın içinde bu düşünce vardır. Eğer yanılıyorsam ve gerçekten bir kader varsa, ben kendi kaderimi şekillendirmemin benim kaderim olduğunu düşünüyorum. O ayrılığı yaşadığınızda -o ayrılıktan kastım, sonunu hak etmediğinizi düşündüğünüz ayrılık- sahip olduğunuz değerlerin yok olmaması için savaşırsınız. En azından geçmişte yaşadığınız tüm güzel hatıraların adına. Ancak karşınızdaki insanın yaşadığı her ne ise; sizin tecrübelerinizin ve düzeltme kabiliyetinizin ötesindedir. İşte bu da; insanlığın yaşadığı ölümcül dünyanın yeryüzü üzerindeki en acımasız gerçeğidir.

Hello, hoş geldiniz, başınız dertte.. Evet tam bu çizgide her şey ve başım dertte.

Dream Theater’ın efsanevi “Images And Words” albümü 1992 yılında çıktı. “Metropolis Part 1: The Miracle And The Sleeper”  o albümdeki en müthiş parçalardan biriydi.

“Tanın gülümsemesi mayısın başlarında geldi. Kız evinden bir hediye taşıdı. Gece bir damla yaş döktü, ona korkusunu, kederini ve acısını anlatmak için. Ölüm ilk danstır edebi.. Artık özgürlük yok, ikinizde bu akılla teslim olacaksınız. Denediğim her gün için bir mucize olduğu anlatılmıştı bana. Bana anlatmışlardı; kendimi yalnız ve korkak hissedersem arayacak kimsem kalmaz. Bana demişlerdi ki; eğer öteki dünyayı düşünürsem kendimi bir ateş gölünde yüzerken bulurum. Çocukken acı ve üzüntü olmadan yaşayabileceğimi sanırdım. Bir adam iken hepsinin beni yakaladığını görüyorum. Uyanık olabilirim ama çok korkuyorum. Bir hatıranın sahnesinden bir yer gibi burası, binlerce kelimeye değer bir resim var. Ardımdaki suratlarda gözden kaçırdığım, yakalayamadığım bakışlar var. Saklanıyor ve hiçbir zaman duyulmayacak. İhanet ikinci danstır, sonu olmayan.. Şehrin soğuk kanı hayatta kalmamız için ulaşıyor bize. Sadece kalbimi gözlerinde sakla ve böylece ikimizde hayatta kalacağız. Üçüncü yaklaşıyor, yapraklar dökülmeden, kapılarımızı kilitlemeden önce üçüncü bir dans olmalı. Bu sefer sonsuza dek sürmeli..”
JOHN PETRUCCI

Bu ne güzel bir şarkıdır. Klavyenin ve gitarın tonu bir o kadar harikayken, Dream Theater en iyi şarkı sözü yazabilen gruplardan biri olduğunu bu parçayla kanıtlamıştır. Metropolis 1, hayatım boyunca en anlamlı rehberlerimden biri olmuştur. Aşk adına yaşadığım her şeyde.. Şarkının adı “Metropolis 1” yani mutlaka “Metropolis 2” de olmalı dedirtiyor. Dream Theater fanları tam 7 yıl bekledi Metropolis 2 için. Ben o kadar beklemedim açıkçası. Çünkü 95 ya da 96’da onları keşfetmiştim. 1999 yılında sadece bir parça olarak değil bütün bir albüm olarak çıktı “Metropolis Part 2: Scenes From A Memory” hayatım boyunca, bugün dahil dinlediğim en müthiş konsept albümdür. Bu yazıyı o albümdeki son parça olan kapanış şarkısı “Finally Free” den sözlerle bitirmek istiyorum. Şu an ihtiyacım olan yaşam biçimiyle.. John Petrucci’nin mükemmel ötesi şarkı sözleriyle..

“İçimdeki bu his, sonunda aşkımı buldu ve beni özgür kıldı. Artık ikiye bölünmek yok. Seni kaybetmeden önce kendi hayatımı geri aldım..”

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

29 Ağustos 2015 Cumartesi

BERLİN'DE BİR DÜŞ: OLİMPİYATLAR VE MADALYA


2015 Avrupa Basketbol Şampiyonası için bu akşam son hazırlık maçımıza çıktık. Oynadığımız 14 karşılaşmanın 7’sini kazandık. Bu 14 karşılaşma içinde benim ölçü olarak nitelendirebileceğim sadece 4 maç var. Litvanya ve Yunanistan takımlarıyla 2’şer kez oynadık. Her iki takıma karşı da birer galibiyet ve mağlubiyet aldık. 84-76 kaybettiğimiz ilk Litvanya maçından önemli dersler çıkartıp ikinci maçta onları 71-53 yenmeyi başardık. Yunanistan’ı İstanbul’da baştan sona üstün bir oyunla 73-64 yendik. Onların evindeyse 62-58 kaybettik. Yunanlara yenildiğimiz karşılaşma bile benim için çok iyi bir maçtı. İlk yarı onların üstünlüğünü ve sert basketbollarını kabullenmiştik. İkinci yarı müthiş bir geri dönüş yaptık ve farkı kapattık. Kaybettik ama onları 62 sayıda tutabilmek çok büyük bir savunma başarısı. Keza yine ilk maçta sadece 64 atabilmeleri ve Litvanya gibi çok güçlü bir takımdan sadece 53 sayı yemek Eurobasket 2015 hazırlıkları çerçevesinde büyük birer adımdır. 7 galibiyet alıp 7 kez maç verdiğimiz bu hazırlık dönemi için söyleyebileceğim tek olumsuzluk son anda verdiğimiz Letonya, Polonya ve Almanya maçlarıdır. Bu 3 takımda bizim seviyelerimizde birer takım değiller. Umuyorum ki kaybedilen bu maçlardan Berlin’de oynayacağımız ilk tur grup maçları için gereken dersler çıkarılmıştır. Oyuncularımız bu mental seviyeye eriştiklerinde Ergin hocamızın elimizdeki kadro ile en iyi sonuca gideceğine yürekten inanıyorum.

2001 Avrupa Basketbol Şampiyonasında finalde Sırbistan’a yenilip Avrupa 2.si olmuştuk. 2010 Dünya Basketbol Şampiyonasında, yarı finalde Sırbistan’ı, Kerem Tunçeri’nin son saniye basketi ile 83-82 yenerek finale çıkmıştık ve ABD karşısında yine bir finalde kaybedip ikinci olmuştuk. 9 yıl aradan sonra uluslararası bir platformda ilk kez madalyaya uzanmıştık. 5 yıldır yine ilk 3’ten uzağız. Eurobasket 2015’te birçok otorite gruptan çıkamayacağımızı belirtiyor. Evet Avrupa Şampiyonasının en zor grubu bizim grubumuzdan oluşuyor fakat biz bu grubu aşabilecek güçteyiz. İspanya, Sırbistan ve İtalya çok güçlü takımlar. Şimdiye kadar hiçbir resmi maçta İtalyanları yenemedik ancak İspanyollar ve Sırplara karşı galibiyetlerimiz var. 3 takımda bunun bilincindeler ve bizden çekiniyorlar. Grupta Türkiye, İtalya, İspanya ve Sırbistan’ın ilk 4 sırayı alarak bir üst tura çıkacaklarına inanıyorum ve bu 4 takımın birbirleri ile oynayacakları maçlar sıralamayı belirleyecektir. Ev sahibi Almanya ve İzlanda’nın bu seviyeye ulaşacaklarına inanmıyorum.

Sıralama ne olursa olsun ilk 4 içinde yer alarak gruptan çıkmamız halinde ilk 8’e girerek olimpiyatlara gitmek için eleme maçları oynamaya hak kazanacağımızı düşünüyorum. Grup maçlarını en iyi şekilde tamamlayıp ilk 2 sıradan çıktığımızda ise yeniden madalyaya kadar yolumuzun açık olduğuna inanıyuorum. Ömer Aşık’ın bizimle olmaması büyük kayıp. Ersan İlyasova büyük sorumluluklar almak zorunda. Melih Mahmutoğlu’nun 3 sayı katkıları ve Doğuş’un savunma yetenekleri hazırlık döneminde olduğu gibi artarak devam ederse hedeflerimizin gerisinde kalacağımızı düşünmüyorum. Ergin Ataman hocamız her oyuncumuzu her maça göre en iyi rotasyonla beş oluşturup sahaya sürecektir. Umarım milli takımımız için en iyi geçen şampiyonalardan biri olacak.

Artık çok az bir süre kaldı. 5 Eylül’de Avrupa Şampiyonası başlıyor. Eurobasket 2015 süresince, şampiyonanın sonuna kadar milli takımımızla ilgili başka bir yazı yazmayacağım. Maçlarla ve şampiyona ile ilgili an be an kritiklerimi www.twitter.com/ocelik7 adresimden görebilirsiniz. Bütün kalbimle inanıyorum bu şampiyonayı başarılı bir şekilde geçireceğiz ve sonra bu blog üzerinde bu başarı hikayesini okuyacağız. Kalplerimiz Berlin’de 12 Dev Adam ile.


OSMAN ÇELİK

www.twitter.com/ocelik7

24 Ağustos 2015 Pazartesi

TEK BİR VAZGEÇİŞ


Bir sevgilim vardı… Çok güzeldi… Geçmişte aşk adına yaşadığım tüm olumsuzlukların bir mükafatı gibi girmişti hayatıma. Onun yanındayken gökyüzü hiç olmadığı kadar mavi görünüyordu. Güneşin böylesine ışıl ışıl olduğunun farkına varmamıştım hiç sanki. Akşam güneşi, sahilde uzun romantik yürüyüşler ve yorulduğumuzda bir cafede oturup bir şeyler içtiğimiz anlar, hepsi o kadar anlamlıydı ki; tüm bu anları yaşıyor olmak olağanüstüydü. Bu anların her biri, dünya üzerinde yapılan hiçbir duygusal filmde bile kendi yaşadıklarımdan daha güçlü duygular hissettiremeyecek cinsten efsanevi anlardı benim için. İlk defa benden daha çok kitap okuyan, kitaplara ve sanata benden daha çok bağlı olan bir sevdiğim vardı. Yeryüzünde hiç kimsenin beni ondan daha iyi anlayabildiğini düşünemezdim. Bir gün yine birlikte güneşi uğurladığımız bir akşam oturduğumuz cafe de birden Elevener’ın “Her Eyes” parçası çalmaya başladı. O an dakikalarca karşılıklı tebessümle birbirimize baktık. Hayatımda her şeyin açık ve huzurlu bir çerçevede ilerlediğini hissetmiştim. Daha önce hiç yaşamadığım benzersiz bir huzurdu o parçanın çalmaya başladığı an.

Mevsimler her biri bir öncekinden daha güzel hissettirecek şekilde ilerliyordu. Hamile kaldı. Bir bebeğimiz olacaktı. Zaman çok hızlı geçti. Hastanedeydim, kız arkadaşım doğuma girmişti, yüzüm titriyordu. Gözyaşlarım siliniyordu sanki kendi kendine. Yeni doğan küçücük bir bebek, canlarımızın bir parçası. Dayanamayıp hüngür hüngür ağlamıştım. Kardeşimde yanımdaydı. Bebeğimizi kucağıma aldım. Öylesine dokunaklı bir an ki, bunun tarifini yapamam. Hayatın bize getirdiği en güzel hediye karşısında annesi de bende dayanamadık ve gözyaşlarımız boşaldı.
  
İkisinin de yanında olduğum her an, bir nefes alıp verişleri bile dünya üzerinde ki her şeyden daha kıymetli bir hazine. İkisinde de kendi yansımamı görüyorum. Baba olmanın verdiği sevinç hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Yeniden doğmak gibi, yepyeni bir hayata atılan küçük masum adımları korumak, ona sahip çıkmak ve her gün gözlerinin önünde büyümesini izlemek. Bebeğimin ve annesinin yanında olabildiğim her dakika bir cennet gibi.

Melek annemize daha soyadımı bile veremeden hayat onu ve bebeğimizi elimden aldı. Her gün mezarlarına ağlıyorum. Bazen mezarlarının yanından ayrılamıyorum bile. Onlardan uzaklaştığım her saniye cehennemde yandığımı hissediyorum. Böyle bir acı olamaz. Yaşamaya devam edemiyorum. Devam etmek zorunda olduğumu biliyorum. Sadece bende bir ölü gibiyim.

Bir gün bende gerçekten öleceğim. Tek dileğim umarım o gün yakındır. Çünkü onlar olmadan zaten yaşamıyorum. Gözlerimden akan yaşlar durmadı hiç, bebeğimin kokusunun ve sevgilimin nur yüzünün gözlerimin önünden gitmediği tek bir gün bile yok. Tüm o anları yaşadım. Bir insanın yeryüzünde cennet anlarını yaşamasının ne demek olduğunu gördüm onlarla. İstediğim tek bir şey var; bir an önce onların yanına gidebilmek, onları yeniden görebilmek, onlara yeniden sarılabilmek.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

15 Temmuz 2015 Çarşamba

KONTROL EDİLEMEYEN AMA DAYANILIR OLANLAR

“İnsan varoluşu evrimsel yasalara bağlıdır.”
CHARLES DARWIN

Yaklaşık 2 yıldır bir parçam olan bu blog ve sosyal medya da yazdığım her yazı; geçmişe yönelik ya da geleceğe dair her şey adına bazen kocaman bir saçmalıktan ibaretmiş gibi geliyor. Güne olan inancım, hayata olan inancıma tutunma çabası içinde. İnsan yaşadığı hayatta elbet sorunlarla karşılaşır, ama o sorunlar tek olmalarına rağmen birer metafor olarak kendi kendilerini çoğaltıyorsa o kişinin Murphy Kanunları’nı bile kıskandıracak bir yaşamı var demektir.

İçinde bulunduğum iş yaşamı çok hızlı ve uzun uzadıya mesai saatleri içeren, tabiri caizse gün be gün beni tüketen ve mezarıma daha çok yaklaştırdığını hissettiğim bir iş hayatı. Nefes aldığım ve sağlıklı olduğum sürece faturalarını ödeyen her normal insan gibi çalışmalıyım. Normal bir insan, gece yarılarına kadar süren bu uzun çalışma saatlerinin ardından dinlenmekten başka hiçbir şey yapmaz. Yaşlandığımı hissetsem de ben yine de beni mutlu eden şeyleri yapmaktan vazgeçmiyorum. Sevdiğim grupların konserine gitmek, o konserlerin bilet ve uçak yolculuğu masrafları bir araya geldiğinde bir sonraki ayı tamamen her şeyinden kısarak geçirmek, üstelik bütün bir haftanın yorgunluğunun ardından izin gününü havaalanlarında bekleyerek daha da yorucu bir hale sokmak. Bunlar gücüm yettiği sürece yapacağım şeyler. Yine de birçok şeye vakit ayıramadığımı hissediyorum. Günlük yaşantı esnasında birçok insanın tamahkarlıklarıyla yüz yüze kalmak, yaptığınız fedakarlıkların aslında hiçbir anlam taşımıyor olması, bu ve bunun gibi listeleyebileceğim birçok şey beni gerçekten bu hayatı sorgular bir hale getiriyor.

Anthrax'ten Joey Belladonna ve ben.

Ne kadar bu hayatı sorgulasam da okumadan duramıyorum. Bu hayattan göçüp gidene kadar öğreneceğim çok şey var ve ne yazık ki ölene kadar öğrendiklerimin ardından öğrenmeye vakit bulamayacağım çok şey de var. Darwin’in Evrim Teorisi kuramları mantıklı verilerden oluşan bilimsel gerçeklere dayanıyor. Darwin’in araştırmaları, atılımcı görüşleri ve sentezleri önünde çoğu insan farkında bile olmadan onun Evrim Teorisi’ne göre yaşamlarını sürdürüyorlar. Ben bu düzen de yer almadığımı hissediyorum. Bu bir sanrı ve ya bu yazıyı güzel bir hale getirmem için içimde beliren basit bir his değil. Buna gerçekten inanıyorum.

Dubioza Kolektiv ve ben.

Birçok müzik türünü dinlerim ama Heavy Metal müziği bana en çok yakın olan, kendimi anladığım, benliğimin farkına vardığım bir müzik türü. Günümüzde birçok insana göre kuru gürültü olan bu müziği, tüm o gitar rifflerini, haykıran vokalleri, sert bass ve davulları dinlediğim her an adeta okyanusun dibinde yavaş yavaş bir yürüyüş yapıyormuşum gibi huzurlu hissettiriyor.

Hayatta şanslı olduğum en önemli noktalardan biri; çok sevdiğim bu müziği yapan dünyaca ünlü Rock yıldızlarıyla tanışabilme olanağını sağlayabilecek birkaç insanın çok yakın arkadaşım olmaları. Ülkemizde organizasyon işindeki en önemli insanlar Erdem Çapar, Gökhan Oraydın ve Headbang dergisinin müzik yazarı sevgili Erdem Tatar, hiçbir zaman haklarını ödeyemeyeceğim müzik adamları. Onların dostluğu sayesinde dünyaca ünlü rock yıldızları ile tanışabilme lüksümü sonuna kadar kullandım. Blind Guardian’dan Andre Olbrich ve Hansi Kürsch ile 20 dk. sohbet ettim ve 8 yıl sonra o günü onlara yeniden hatırlattım. Hayatımın en güzel reunion’ı bu andı. Anthrax’ın solisti Joey Belladonna ile çekildiğim bir fotoğrafı beğenmeyince ona “Üzgünüm bu fotoğraf olmamış, bir daha lütfen” dedim “Üzülme” diye cevap verdi ve sonrasında telefonumu alıp resme baktı, bana dönüp kocaman bir gülümsemeyle “Bu olmuş mu?” diye sordu. Richie Kotzen’le, Asaf Avidan’la, Dubioza Kolektiv’le ve Mekong Delta ile konserleri sonrasında müthiş eğlenceli sohbetler ettik. Dubioza Kolektiv şehirden ayrılmak üzereydi ve vokalistleri Adis vedalaşırken sıradan bir insan gibi elimi sıkmak yerine beni kucakladı. O andan sonra Bosna Hersek’i daha çok sevdiğimi hissettim hatta 2014 Dünya Kupası’nda Bosna Hersek milli takımını desteklemiştim. Dubioza Kolektiv konseri sonrası müzisyenlerle geçirdiğim sohbet dakikaları inanılmazdı. Bass gitaristleri Vedran o gece beni Instagram’da takip etmeye başladı ve halen resimlerimi beğeniyor bu inanılmaz bir şey. Mekong Delta solisti Martin Lemar ve bateristi Alex Landenburg (Şarkı sözleri ve müzikleriyle hayatıma dokunan birçok grupta çaldı; Annihilator, Stratovarius, şu an Rhapsody) ile konserden sonra öyle bir muhabbet ettik ki; konular PTT 1. Ligdeki futbol takımlarımıza kadar gitti. O geceden sonra ikisi de beni şahsi Facebook hesaplarından arkadaş olarak eklediler. Martin birçok fotoğrafıma yorum yaptı.

Rhapsody’den Alex Landenburg ve ben.

Bir önceki uzun paragrafta anlattığım, yaşadığım her şey; 32 yıllık yaşamın en güzel anıları. Bu müthiş anlar ve onlarla tanışabilme şansı yakalayacak bağlantılarım olmasa; bugün hayatta çok daha farklı yerlerde olacağımı düşünüyorum. Daha başarısız, daha içe kapanık, daha mutsuz bir halde. 32 yıllık bir hayatta, yukarıda ki paragrafta anlattığım, anlatırken tüylerim diken diken tekrar yaşadığım bu eşsiz hatıralar belki de bir elin parmaklarıyla sayılabilecek kadar az anıları içeriyor. Ancak zihnimde ve kalbimde hitap ettikleri evrensel güç hiçbir şeyle kıyaslanamaz.

Bunun gibi benzer anları tekrar ve tekrar yaşayabilmek için bu hayatın tüm olumsuzluklarına katlanılabilirmiş gibi hissediyorum. Yazımın başında betimlemeye çalıştığım depresiflik ve Darwin’in Evrim Teorisi’ni kendi içimde reddedişim bu anlar dışında süregelen hayatımdır.

30 dakika kadar önce Rhapsody’nin bateristi Alex Landenburg, kedim Çöl’ün bir resmini beğendi. Bununla birlikte yüzümde oluşan tebessüm bende bu yazıyı yazma isteği uyandırdı.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

16 Mayıs 2015 Cumartesi

KARANLIKLAR ÜLKESİNİN KRALİÇESİ

Hayallerinin efsanevi olduğuna inanan herkese,



“Sadece nefesini dinlemek için uyanık kalabilirdim. Uyurken gülümseyişini görebilmek için, sen çok uzaklarda rüyalar görürken. Tüm hayatımı bu tatlı teslim oluşta geçirebilirdim. Seninle geçirdiğim her an, benim en kıymetli hazinemdir…”
AEROSMITH – “I Don’t Wanna Miss A Thing” parçasının giriş sözleri (1997)

Daha önce hiç gitmediğim bir yerdeydim. Hava kararmak üzere, karanlığın çökmeye başladığı bir anda, bir ormanın içinde olduğumu fark ettim. Aslında doğayı çok sevmeme rağmen bu ormandan hiç hoşlanmamıştım. Çok fazla ağaç vardı, bakımsız ve çürük ağaçlar, sanki yangın enkazından kalma bir orman. Etraf yeşillik dolu ama, ağaçlar tamamen karanlık, gece olmadan bile kapkara, huzursuzluk hissi veren bir görünüm. En kötüsü; hangi yöne yürürsem yürüyeyim, yüzlerce metre sonunda bile değişik bir alan göremiyor olmam. Sanki bir Karanlık Ülke. Karanlıklar Ülkesi; nereye gidersen git aynı yerdesin, bir çıkış yok.

Aklımı yitirmek üzereydim. Düşündüm ve kendime sordum, neden buradaydım, buraya nasıl geldim? Yaprakların sessizlikte çıkardığı hışırtıların hissedilmemesini sağlayacak bir ses duydum. Birkaç yırtıcı puhu kuşu ya da baykuşların ‘’puuu…’’ diye çıkardıkları tüyler ürperten ses, ani bir şok etkisiyle kendime gelmemi sağladı. Bir an önce bu kasvetli ormandan uzaklaşıp yolu bulmalıydım. Bildiğim bir yol ve güvende hissedeceğim bir yer aramak için tekrar yürümeye başladım. Attığım adımlardan dolayı zeminden çıkan yürüme sesi bile beni ürkütüyordu. Bilincim tamamen yerindeydi, ilerliyordum ama tanıdık bir yer, ya da tanıdık bir yol göremiyordum önümde. İyice korkmaya başladığımı hissettim.

Adrenalini tüm vücudumda hissetmeye başladığım o anda korku dolu bir mucize oldu. Önümde uzanan karanlık ormanda tanıdık bir yol ya da herhangi bir insanı bulmaya çalışıyordum. Tam o esnada birkaç metre kadar ötemde beyazlar içinde bir kadın gördüm. Gözlerimin içine bakıyordu. Beyaz uzun bir hırka ve beyaz pantolon giymişti. Saçları simsiyahtı ve bana gülümsüyordu. Şimdiye kadar hayatımda gördüğüm en güzel kadındı. Çok ilginç ve aynı zamanda çok korkunç bir şey daha gördüm. İki elini de 5-6 yaşlarında, küçük bir kızın omuzlarına koymuş bir şekilde beni izliyordu. Dikkatimi küçük kıza verdim. Küçük çocuk ağlıyordu. Yorgun bir görüntüsü vardı, sanki kadın ona zarar verecekmiş gibi korkarak sesli sessiz karışık bir şekilde ağlıyordu. İkisine de birkaç saniyelik bakıştan sonra kadın tatlı bir zorlamayla küçük kızı alıp sağına doğru çekiştirerek ağaçların arasında yürümeye başladı. Şok olmuştum, küçük kızın yardıma ihtiyacı varmış gibi bir hali vardı. Kıza ulaşmak için hareket etmek istedim, ama yapamadım. Adeta, ayaklarım toprağa yapışmıştı. Hareket edemiyordum, kaskatı kesilmiştim. Tüm o yaprakların rüzgarla hışırtısı ve o korkunç puhu kuşlarının ulumaları arasında, beyazlar içindeki simsiyah saçlı güzel kadın adım adım benden uzaklaştı. Hiçbir şey yapamadım, hareketsizdim, bir şey beni ayaklarımdan toprağa bağlamıştı. Yaprak hışırtıları, rüzgar sesi, Puhu kuşlarının ulumaları, beyazlar içindeki evrenin en güzel kadınının adımları ve onunla birlikte sessizce uzaklaşan küçük kız. Rüzgarın ve baykuşların oluşturduğu huzursuz sesler korosu devam ederken, erozyonu hissettim. Ayağım toprağa yapışık şekilde yer kayıyordu, ağaçlar devriliyordu, üstüme gelen dallar beni sürüklerken, tüm vücudumu çiziyordu ve canım yanıyordu, acı çekiyordum…
        
Birden gözlerimi açtım, etraf kapkaranlıktı, başım yastıktaydı. Başucumdaki cep telefonumun tuş kilidini açarak saatin kaç olduğuna baktım. Saat sabahın 03:30’uydu. Tanrıya şükürler olsun bir rüyaydı. Ama oldukça gerçekçi bir kabustu. Her yönü ile bir kabus olsa bile bana çok şey katmıştı. Beyazlar içindeki kadının gözlerinde aşkı görmüştüm. Hem de aşkı bir insana asla hissettirmeyecek olan bir yerde, karanlıklar içinde ıssız ve terk edilmiş bir ormanda, hem de psikopat olma ihtimali çok yüksek bir görünüme sahipken, yanında ki çocuğa zarar verip vermeyeceğini bilmediğim halde o kadının gözleri ve duruşu beni sonunu hiç düşünmediğim bir hayranlığa sürüklemişti. Rüyamda ilk defa gördüğüm bu insan ötesi güzelliği aradım. Mutlaka bir şekilde hayatıma giren insanlardan biri olmalıydı. Bir şekilde onu görmüş olmalıydım. Çünkü araştırdım. İnsanlar rüyasında hiçbir zaman tanımadıkları birini görmezlermiş. Bir şekilde 1 saniyeliğine bile gördükleri kişiler konuk olurmuş rüyalara. Hafızamı ne kadar zorlasam da Karanlıklar Ülkesi’nin Kraliçesi’nin gerçek hayatta kim olduğunu bulamadım. Tüm umudumu yitirmiştim. Rüyamda onu tekrar görebilmek için kendimi zorladım ama olmadı. Hiç görmediğim birini arıyordum…

Guns’n Roses’ın Don’t Cry şarkısı çalıyordu earpodlarımda. “Üzerinde bir cennet var bebeğim..” sözleriyle uyuyakaldığım bir gece.. Başarmıştım.. Onu yine gördüm. Sırtı dönük duruyordu önümde ve yanındaki o küçük kız yoktu. Aynı kıyafetler ve aynı siyah saçlar. Bu sefer bir merdivenin başındaydık, sanki bir astral seyahat gibi rüyam o kadar gerçekçiydi ki şaşırmıştım. Merdivenin yanındaki demir parmaklıkları tuttum, dökülen boyasını ve soğukluğunu hissettim. Bu gerçekti. Hava yine alacakaranlık ve kararmak üzereydi. Bir kabus olmasından korktum. Yüzünü bana döndüğünde başka birini görmek gibi. Ama öyle olmadı. Bana döndü ve mükemmel gülümsemesiyle alacakaranlığı aydınlattı. Öylesine heyecanlanmıştım ki konuşamadım. Yaklaşmak istedim. Eliyle dur şeklinde bir işaret yaptı.

“Yaklaşma.. Eğer yaklaşırsan bozulabilir..”

Sonsuza kadar bıkmadan seyredebileceğim bir melek yüz ve tüm yaşamım boyunca bıkmadan dinleyebileceğim ipeksi bir ses. Konuşmaya devam etti.

“Bunun bir rüya olduğunu biliyorsun. Bilinçaltında beni görmek istiyorsun. Bu senin inandığın gerçeklik. Şu an yanındayım ama kısa bir süre sonra gitmem gerek. İyi olmak zorundasın.”

Lütfen gitme yanımda kal.”

“Bunu yapamam.”

“Yüreğimde, aklımda, en gizli ve en umutsuz şekilde arzuladığım varlıksın.”

“Kendi kaderini kendin belirlemelisin.”

Son kez gülümseyişini gösterdi. Hava iyice kararmıştı. Yavaş yavaş uzaklaştı. O gidince hemen uyandım. İki gözümde de yaş vardı. Yatağımın üzerinde oturup dualar ettim. Bu yaşadığım nasıl bir delilikse ondan kurtulmak için.

Günler her zaman ki rutinliğiyle anlamsızca geçiyordu. Bazı anlar hayallerimin bana ne kadar zarar verdiklerini hissediyordum. Özlemlerime odaklandıkları ve seçim şansı tanımadıkları anlarda oluyordu bütün bunlar. Bütün yalnızlığınla hayatını sürdürmek zorunda olduğunu hissettiğin o anlar. Nereye gidersen git, kurtulamadığın acılar topluluğu. Yaşamak için ihtiyacımız olan gerçek duygu; birinin gerçekten bizi sevmesidir. Peki hiçbir zaman görmediğiniz ve gerçek hayatta karşılaşmadığınız birini bulmaya çalışmak, düşlerinizin arasından bir insan formuna bürünüp hayatınıza girmesini  beklemek nasıl bir çaresizliktir? Bu sorunun yanıtını bilmiyorum ancak istemediğim bir şekilde ait olduğum bir hayatım var. Bildiğim gerçeklikse; ne yazık ki onu yaşamak zorundayım.

OSMAN ÇELİK

www.twitter.com/ocelik7

22 Şubat 2015 Pazar

GELECEĞE DÖNÜŞ VE DOSTLUK

Hayatımızda en önemli anlarımızı paylaştığımız dostlarımızın olması, yaptığımız fedakarlıklar, bizim için yapılan fedakarlıklar ve hayatımız boyunca bu iyi hissettiren düşünceler topluluğunun sürmesi, bizleri bir insan olarak yaşama bağlayan yegane mutlulukların başında gelir. Dostlarımızda bizim bir ailemizdir, hayata dair yansımalarımızdır.


Sanatsal konular ve eserler üzerinde, kendimizi ve dostlarımızı örnek gösterdiğimiz birçok yapıt vardır hayatımızda. Mesela South Park’tan Stan ve Kyle gibi ya da Yüzüklerin Efendisi’nde Sam ve Frodo gibi. Bu liste uzayıp gidebilir. Uzun lafın kısası hayatımıza etki eden, mutlaka kendimizden birşeyler gördüğümüz birçok sanat eseriyle karşılaşmışızdır. Şahsi kanaatimce; beyaz perde de bu dostluğu en iyi simgeleyen ve ayrıca mantık olarak yapılmış (yani sadece bilim-kurgu, macera veya gizem olarak ta nitelendirmiyorum) en iyi filmlerden biri “Geleceğe Dönüş” üçlemesidir. Marty McFly ve Dr. Emmett Brown rollerine hayat veren aktörler, Michael J. Fox ve Christopher Lloyd’un ekrana taşıdıkları müthiş oyunculuklar bu karakterlerin ne derece sıkı kurulan bir dostluk örneği olduğunu kanıtlar.



Zamanda yolculuk gibi insanüstü bir yaşam formunda süregelen olaylar beyaz perdede bu iki insanın kurdukları dostluğa hayran bıraktırmıştır biz izleyenleri. 1985’te ki ilk yolculukta, çocukluğumuzun ya da gençliğimizin en güzel dönemlerinde 50’li yılların ABD’sinin kült gençlik ve aile yaşam tarzını gözlerimizin önüne sermişti yönetmen Robert Zemeckis. Geleceğe Dönüş’ün ilk filmini izlediğim her vakit bende 1955 yılına seyahat etmişim gibi hissediyorum. Bu efsanevi büyüyü yaşatan ender yapıtlardan biridir benim için Geleceğe Dönüş. Bu yazıyı yazmamdaki asıl amaç ise şu andan itibaren günümüzden 30 yıl önce bugünlerin tasvir edilmesidir. 1989 yılında çekilen ikinci filmin geçmiş zamanın yanı sıra ileri bir geleceğe adım atılan ve izleyiciye mükemmel bir şekilde bunu aktarabilen çok başarılı bir yapıt olmasıdır. Marty ve Doktor 1985’ten 2015’e seyahat ederler. 2015’te o zaman ekrana taşındığı gibi uçan arabalar, minicik pizzaları orijinal boyutuna çeviren mikrodalgalar, özel kurulama sistemi olan elektronik montlar ve Nike’ın bu film için tasarladığı o mükemmel ayakkabı şu an ki yaşamımızda var olmasalar da bizleri o büyüye efsanevi bir şekilde kaptırmayı başaran bir yapıttır “Geleceğe Dönüş 2”. Üçlemenin tamamı efsanedir ve sizleri müthiş bir zaman yolculuğuna çıkarır. Son filmde 1885 yılında ABD’nin vahşi batısını da görürüz. Mevcut bilim ve teknoloji kapsamında müthiş bir macerayı gözler önüne serer usta yönetmen Zemeckis.

Tüm bu şairane zaman yolculuğunu izlediğimiz esnada; belki de yaşamımız boyunca gerçekleştiremeyeceğimiz güzellikteki insanlık tarihine ışık tutan bu seyahatleri ve akıl almaz macerayı, olduğundan daha mükemmel kılan ve üçlemede işlenen en önemli konu Marty McFly ve Dr. Brown’ın dostluklarıdır. Bu üçlemeyi her ne kadar kimsenin izlememiş olduğunu düşünmesem de yine de spoiler vermeden ilerlemek istiyorum. Marty ve Doktor’un, gelecekteki ve geçmişteki kendilerine ait arkadaşlıklarının yok olmaması için birbirleri için yapmış oldukları hayati fedakarlıkları izlerken yaşamınız boyunca hiçbir filmde hissetmediğiniz sevgi, özveri ve sadakat dolu gerçek dostluk duygularını yaşayacaksınız.


2003 yılında Michael J. Fox kendi otobiyografisini kaleme aldı. Yukarıdaki resimde de gördüğünüz gibi 2004 yılında bu kitabı Ankara’dan Kızılay’da ki meşhur Dost Kitabevi’nden satın almıştım. Michael J. Fox “Şanslı Adam” adını verdiği kitabında, Parkinson hastalığına yakalanışını ve ailesiyle birlikte bu hastalığı kabullenişini dökmüştü kitap sayfalarına. Çocukları ve eşi Tracy’den aldığı desteğiyle cesaret içinde bu hastalığa karşı verdiği mücadeleyi okumak eşsiz bir deneyim olmuştu benim için. Bir film yıldızı olmadan önceki yaşantısında Kanada’dan ABD’ye uzanan hikayesinide okurken tüm o yılları hissettirmeyi başarmıştı bana. Geleceğe Dönüş ve birçok filminin setlerinden hatıraları ise bambaşka bir yönüyle tüm o dostlukları yakından gözlemleme şansını vermişti. Bu kitap kütüphanemdeki en kıymetli kitaplarımın arasında duruyor. Sizlerinde bir şekilde bulup okumanızı öneririm.

90’lı yıllarda küçük bir çocukken hayatıma giren “Geleceğe Dönüş” üçlemesi, 32 yaşında bir adamken bile halen o ilk zamanlardaki çocuksu heyecanını yaşatmayı başarıyor zihnimde. Bu filmleri izlediğim her vakit, benim için efsane olmuş her sahnesinde, yüzümde oluşan tebessümün tarifini yapamam, bunu anlatmaya çalıştığım her dakika bu yazı daha da uzayıp gider. Benim ve benim gibi bir çok fan.ın hayatında önemli bir yeri olduğuna inandığım Geleceğe Dönüş üçlemesi ile yazmış olduğum bu yazı blogumdaki 33. yazım. Ayrıca 2015’te yazdığım ilk yazı olduğu için de benim için çok anlamlı. 90’lı yıllarda her izlediğimizde 2015’in nasıl olacağını hayal ederdik. Şimdi 2015’teyiz. Geleceğe Dönüş ve onun gibi birçok esere tanıklık etmiş bir neslin mensubu olduğum için çok mutluyum. Dilerim hepimizin hayatında Marty McFly ve Doktor Emmett Brown gibi dostlarımız vardır ve ömürlerimiz süresince de varolurlar.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7


GÖZÜ YAŞLI BİR VALS

Rüstem tek başına sürdürdüğü basit hayatını, her zaman sevdiği şeyleri yapmak için yaşayan sıradan bir insan olarak geçirmeye devam ediyordu...