26 Kasım 2013 Salı

ANADOLU EFES: 2013-14 Regular Season Euroleague Yolculuğu


Türk Basketbolunun kulüpler düzeyinde hatırı sayılır bir başarı geçmişine sahip olan takımı Anadolu Efes, her yıl belirli bir istikrar ile Euroleague yolculuğuna başlayıp, başarıyı artırana kadar çok büyük sıkıntılar çeken bir basketbol takımı görüntüsü veriyor bizlere. Efes takımı salonun ardındaki yönetiminden teknik kadrosuna kadar örnek alınacak uygulamaya sahip bir organizasyon. Euroleague takımlarının verdikleri oylarla geçtiğimiz sezon yılın en iyi yöneticisi ödülünü Anadolu Efes Basketbol Kulübü Başkanı Sayın Tuncay Demirel almıştı. Ancak bu başarı ne yazık ki istenilen düzeye getirmiyor takımımızı.

İnişli çıkışlı bir grafikten sonra 2012-13 sezonunda Final Four’un kapısına kadar gelen takımımız ne yazık ki o kapının ardına geçememişti. O ana kadar; yani play off’un son maçına kadar gelmemizin en önemli nedeni yaptığımız başarılı hücum değil, geçilemez bir savunmamızın oluşuydu. Kurtarıcı rolünü oynar diye beklenen Jordan Farmar bile sezon boyunca vasatın üstüne çıkamadığı oyunlar oynadı. Elbette kazandırdığı ve çok üst düzey oyuncu olduğunu kanıtladığı maçları da vardı fakat bu görüntüyü resmin tamamında göremedik.

2013-14 sezonuna iyi bir başlangıç yaptık. 20 sayılık Milano galibiyetiyle başlayan sezon Fransa milli takımını Avrupa Şampiyonu yapan coach Vincent Collet’in çalıştırdığı ve yine o Avrupa Şampiyonu Fransa milli takımından birçok oyuncuyu bünyesinde barındıran takım Strasbourg’u deplasmanda 10 sayı ile mağlup ederek devam etti. 3. hafta Bamberg deplasmanında ilk 3 periyot iyi oynamamıza rağmen son periyotta ritim kaybedip son saniye basketiyle aldığımız mağlubiyet takımımızı yıprattı. Sonrasında Zalgiris galibiyeti oyuncularımızın bireysel yeteneklerini sahaya iyi yansıtmalarının dışında Litvanya takımının maddi ve manevi olarak zor günler geçirmesininde verdiği moralsizlikle geldi. Ne yazık ki o mükemmel fikstür avantajını yok eden talihsiz gece 13.Kasım.2013 akşamı Madrid’te yaşandı. 46 sayı farkla tarihimizin en büyük yenilgilerinden birini yaşadık. İlk roundun ilk maçları tamamlanırken motivasyon olarak en dipteydik. Bu kötü anlar topluluğu oyuncularımızı o kadar etkilemiş olacak ki; rövanş maçları başladığında Milano deplasmanında aynı Bamberg deplasmanında olduğu gibi müthiş oynarken son periyot 14-0’lık bir seriyi potamızda görünce üzücü bir yenilgi daha geldi.

Şu an öyle bir dönemdeyiz ki; yapacağımız tek bir anlık hata bile bu yıl ki Avrupa yolculuğumuzda bizi en dibe sürükleyecek olumsuzluklar yaratabilir. 3-3 ile grubun ortasında bulunuyoruz. Grupta son maçlarımız olan deplasmandaki Zalgiris Kaunas ve içerdeki Real Madrid maçlarından önce evimizde Strasbourg ve Bamberg ile oynayacağız. Son iki maça stres içinde çıkmamak ve ikinci round olan Top 16’ya kalmayı garantilemek için bu iki maçı muhakkak kazanmak zorundayız. Efes kağıt üstünde kadro derinliği ve oynadığı basketbol olarak bu iki takımdan da üstün bir takım. Bu maçları kazanacağımıza inanıyorum ve iyi ya da kötü bir şekilde Top 16’ya kalabileceğimizi düşünüyorum. Asıl kazanmak zorunda olduğumuz şey oyuncularımızdır.

Türk medyası ve sosyal paylaşım sitelerinde yazarından taraftarına kadar birçok insan Zoran Planinic’i eleştiriyor. Zoran bence Efes’in şimdiye kadar yaptığı en iyi transferlerden biri. Geçmişte Tau Ceramica ile final four oynamış, CSKA Moskova ile Euroleague şampiyonluğuna ulaşmış, ardından Khimki Moskova’nın FIBA Eurochallenge şampiyonu olmasında en aktif rolü oynamış ve MVP ödülü almış, kısacası kendisini kanıtlamış bir oyun kurucu. Tüm bunları yaparken bulunduğu pozisyonda yalnızdı ve oyun sistemleri içinde skor yükünü paylaştığı çok az isimler vardı. Şu an Efes’in hücum rotasyonu çoğu zaman 5 numara pozisyonunda oynayan Semih ve Barac hariç her pozisyondaki Gordon, Hopson, Kostas, Dragicevic, Kerem Gönlüm ve Zoran üzerinden dönüyor. Böylesine paylaşılan bir sistemde Zoran Planinic’in eski takımlarında üstlendiği skor gücü bu yıl ki oyununa yansımıyor doğal olarak. Onun aldığı bu eleştiriler bence kariyerinin en olgun döneminde olan bir sporcu için iyi şeyler değil ve bir yeteneği bizlerden uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Zoran NBA’de oynamış ve bir basketbolcunun yakalayacağı her başarıyı tatmış bir sporcu. Karakter olarakta inanılmaz bir insan. Bana Harun Erdenay’ı hatırlatıyor, hiçbir şeye itiraz etmiyor ve karşı tepki vermiyor. Geçtiğimiz yıl Vujacic’in yersiz konuşmaları yüzünden hem onun hem de takımımızın neler kaybettiğini hep birlikte gördük.

Bu yazı kimlere ulaşır, kimler ne düşünür bilemem, sonuçta bir nevi hobidir blog yazmak ancak yürekten inanıyorum ki; Efes’in Final Four oynayacak gücü ve kadrosu var. Umarım coachumuz Oktay Mahmudi; Zoran, Gordon ve Kostas’ın bir arada sahada kalacağı ve birlikte verimli olabilecekleri dakikaları özenle tespit edip her maça başarılı müdahaleler yapabilir ve bu zorlu yolu fire vermeden geçeriz. İlerleyen haftalarda neler olabileceğini hep birlikte göreceğiz. Umarım ve dilerim bu blog üzerinde başarılı anlarımızı paylaşırım.

26.11.2013
OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

10 Ekim 2013 Perşembe

HAYATA DAİR BİR AĞIT; DREAM THEATER



Bir zamanlar sahip olduğum en değerli soyut zenginliklerimin birer birer yokoluşunu yaşadığım bir dönemden geçmişti hayatım. Olumsuzlukların tamamını aşmamda bana yardım eden tek unsur müzikti. Heavy Metal, Hard Rock, Power Metal ve Progressive Metal müziğin hayatıma ve iç dünyama kattığı gücü, huzuru tarif etmemin imkanı yok. Bu tarife en yakın herhalde Iron Maiden konserine gittikten sonra yazdığım blog yazısı olurdu. O huzur ve o gücün içimde varolmasını ve yaşamımı sürdüren yegane kaynaklardan biri olmasını sağlayan en önemli gruplardan biri Dream Theater olmuştur.

Metropolis Part:2 Scenes From A Memory ile tanıdım onları. Konsept albümlerin bence en güzeli olan bu çalışmanın hikayesinden her bir notasına kadar olan tamamı, beni progressive müziğe aşık etmeye yetmişti. Victoria'nın yaşadığı pandomim, Miracle ve Sleeper'ın hayata dair bakış açıları ve Nicholas'ın zihninde gelişen olaylar; o efsanevi notalarda bana aşkı, dramı, korkuyu adeta yeniden tanıtmıştı. Metropolis 2'den sonra bu tarihi müzik devriminin öncesi ile tanıştım ve ilk albümleri When Dream And Day Unite "Düş'ün ve Günün Buluştuğu An" devamında ikinci albümleri "Images And Words" beni cennetin bahçelerini yeryüzünde hissedecek kadar ayaklarımı yerden kesen parçaların oluşturduğu, tanımlaması zor bir dünyanın içine sokmuştu. Bu yolculuk öylesine bir efsaneydi ki benim için; adeta Dream Theater'ın yeni bir albümünü dinlemediğim her bir gün çektiğim acılar bir bir geri geliyormuş gibi hissediyordum. Hüzünlerimi aşmamı sağlayan bir kurtarıcı haline gelmişti benim için Progressive Metal müziği ve Dream Theater. Awake ve Metropolis 2 albümleri benim için birer hazinedirler ve cd rafımda en güzel yerde dururlar.

Dream Theater ve progressive müzik için söyleyebileceğim birçok şey var. Her gün onlar için yeni bir yazı yazabilirim. Her notaları, her riffleri, James Labrie'nin her vokali beni yaşadığımız bu dünyaya dair birçok düşünceye itmeye yeterli gücü oluşturur içimde. Düşüncelerimi içimde yaşarım. 1989'dan bu yana varlar ve varlıkları profesyonel anlamda Progressive müziğin yapıtaşı anlamına geliyor. Ben 10 yıl sonra onları tanıdım 1999 yılında çıkardıkları Metropolis 2 albümleri hayatımın dönüm noktalarından biri olmayı başardı. Yukarıdaki düşüncelerimi bu satırlara dökme isteği duydum. Bunun tek nedeni ise bu ay (Ekim 2013) çıkardıkları kendi adlarını verdikleri son albümleri "Dream Theater"ın ilk 3 parçasını dinledikten sonra kendimi yine çocukluk ve gençlik yıllarımda hissettiğim heyecanın içinde bulmuş olmamdır. Son albümü şu an dinliyorum ve müzikal bir devrimin içindeyim yeniden. "Looking Glass" ve "Behind The Veil" ilk izlenimlerimle beni bitirdi. Tüm o notalardaki ilk huzuru yaşadığım yıllara dönmek, o heyecanı, o hayatı hissetmek eşsiz bir güzellik, mükemmel bir mutluluk.

Dream Theater'ı çok seviyorum. Onlar hayatımın gruplarından biri. Blind Guardian'ı, Iron Maiden'ı, Anthrax'ı gördüm, canlı seyrettim ve hatta ötesini yaşadım tanıştım o efsanevi insanlarla. En büyük dileklerimden biri, bir gün Dream Theater'ı da bir konserlerinde canlı seyredebilmek ve mümkünse onlarla da tanışabilmek. Müziğin bana verdiği huzuru ve mutluluğu tarif edebilmem çok zor. Yukarıdaki cümlelerin zihnimden bilgisayarın klavyesine nasıl döküldüğünü bilmiyorum. Sadece mutlu olduğumu biliyorum.

11.10.2013
OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

4 Eylül 2013 Çarşamba

EUROBASKET 2013 "TÜRKİYE İÇİN 1. GÜN"



Kabus dolu bir günü geride bıraktık. Bugün benim için çok zordu. Türkiye saatiyle zaman 17:30'u gösterdiğinde hayal kırıklığından ayakta zar zor durduğumu hatırlıyorum. Şu an bile bu yazıyı zorluklar içinde yazıyorum.

Kağıt üstünde favori gösterildiğimiz Finlandiya karşısında şok bir yenilgi aldık. Savunmaya her zaman önem veren bir takım olduk. Hatta Avrupa'da savunmamızla adı anılan bir takımız ancak iş sadece savunma ile bitmiyor. Hücumda etmelisiniz. Bugün hücumda bitik ötesiydik. Çok komik anlar yaşadık. Bir lise takımının bile yapamayacağı kadar kötü bir hücum performansımız vardı. Maçın ilk 7 dakikası geçilirken tek bir sayı bile bulamamış olmamız tarihimizde bir ilk olabilir. O ilk 7 dakika atılamamış sayılar, maçın sonunda bizi nasıl da o dakikaları arar hale getiren bir çaresizlik sahneleri oluşturdu. Toparlanmamız için zaman yetmedi.

Tanjevic'i eleştirmekten bıktım ancak aklıma başka bir sonuç gelmiyor. Bir takım oyun kurucusu kadar konuşur. Kerem Tunçeri neden bu takımda yok..? Bugün maçı anlatan Murat Kosova'nın daha ilk periyotta söylediği cümle "acaba bu maçı izleyen kaç kişinin aklına gelmiştir Kerem'in olmayışı" oldu. Biz onun eksikliğini çok hissediyoruz. Umarım bu yapılanma meyvesini verir ve eski günlerimize döneriz. Bugün ki gibi oynamaya devam edersek; İtalya, Yunanistan ve Rusya bizi ezerek geçerler.

İlk günden Eurobasket'in bittiğini hissetmek çok zor ve tarif edilemeyecek kadar kötü bir duygu. Az önce bizim grubumuzdaki diğer takımlardan İtalya-Rusya maçını izledim. Her iki takımda savunma ve hücum rotasyonlarında bizden daha iyi birer takım değiller. Kişiliğimizi kaybetmezsek, sorumluluklarımızı sahaya yansıtabilirsek yeniden bir üst tur için potada olabiliriz. Ancak yarın kaybedersek bizi mucizeler bile götüremez ikinci tura. Bu yüzden diliyorum ki yarın İtalyan milli takımı karşılarında ölümüne oynayan bir Türk takımı bulacak.

Bugün Finlandiya'lı gazeteciler sosyal medyada ve Fin basınıda TV'lerinde hep aynı mesajları paylaştılar. "Basketbol tarihimizin en önemli galibiyetlerinden birini aldık."
Ne yazık ki onlara bu sevinci yaşattık. Fin takımı ekstra hiçbir şey yapmadı. Onları 61 sayıda tutmak bizim için gayet makul bir savunma örneğiydi. Sadece biz atamadığımız için kaybettik. Umuyorum ki yarın ve izleyen günlerde bu kötü etkiyi ortadan kaldıracağız.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7


28 Temmuz 2013 Pazar

SEVİNÇTEN DAMLAYAN GÖZYAŞLARI: 26.07.2013 IRON MAIDEN TÜRKİYE KONSERİ

1996 yılında hayatıma girmiş ve 17 yıldır beni hiç yalnız bırakmamış; her sevincimde ve her hüznümde her daim acılarımla ve mutluluklarımla yanımda olmuş ilk, tek ve en büyük müzik grubunu ilk kez canlı seyretme şerefine nail oldum.


Iron Maiden, efsanevi “Maiden England European Tour” turnesini yeniden canlandırıyor ve eskiden olduğu gibi 92 yılına kadar olan parçalarını seslendiriyor konserlerinde. Yani bu turneyi izleyen herkes yeni albümler ve şarkılar yerine New Wave Of British Heavy Metal akımını başlatan efsane parçaları canlı olarak izliyorlar ve geçmişe masal dolu bir yolculuk yapıyorlar. 26. Temmuz.2013 Cuma akşamı, İstanbul İnönü stadında bu yolculuğa şahsen çıkmış biri olarak, ne kadar zor olsa da duygularımı paylaşacağım.



Anthrax'ten Joey Belladonna ve Scott Ian ile beraber olduğum fotoğraflar..

Ülkemizde Heavy Metal müzik yayını olarak çıkan tek basın organı Headbang dergisinin yazarları Erdem Tatar, Sadi Tırak ve yakın arkadaşım Nitro grubunun vokalisti, organizatör Erdem Çapar ile birlikte İstanbul’da, The Ritz Carlton Hoteldeyiz. Anthrax grubu; heavy metal tarihinin thrash metal grupları arasında Metallica, Megadeth ve Slayer ile birlikte “Big Four” olarak adlandırılan en iyi 4 grubundan biri olarak gösterilen New York’lu bir grup. 80’li yılların başından bu yana profesyonel müzik yaşamlarını sürdüren bu büyük efsanenin vokalisti Joey Belladonna ve gitaristi Scott Ian ile Headbang dergisinin röportajı esnasında tanışıp, fotoğraf çekildim. Bu iki büyük efsane yanımdaydı. Joey ile çekildiğim ilk fotoğrafı beğenmedim ve ikinci fotoğrafı çekilmek için özür dileyerek tekrar yanaştım. Tebessüm etti ve “Özür dileme” dedi. Scott ise elimi sıkmak yerine yumruk selamı yaptı ve peş peşe iki fotoğrafta yeraldı benimle. 2007 yılında Blind Guardian’dan Hansi Kürsch ve Andre Olbrich’le tanıştığım anlarda hissettiğim duyguların aynısını yaşadım. Efsanevi anlardı. Yukarıda sözünü ettiğim bu grup, bu büyük efsane Anthrax; Maiden England turnesinde Iron Maiden grubunun alt grubu olarak sahneye çıkıyor. Her gün büyüklüğünü kabul ettiğim Iron Maiden’ın bir kez daha ne kadar büyük bir grup olduğunu kanıtlayan bir gerçeklik. Anthrax, başlı başına bir headliner grup zaten. Big 4’un bu efsane grubu ülkemizde de Iron Maiden’ın alt grubu olarak sahne aldı. Iron Maiden konseri sayesinde onları da izleme onuruna eriştik.

Iron Maiden bu efsane turnesinde 2 alt grupla turluyor. Voodoo Six, daha önce hiç dinlemediğim bir İngiliz hard rock grubu. Anthrax ile tanışma fırsatını geri çeviremeyeceğim için onların sahneden inmesine yakın stada giriş yaptım ve son 2 parçalarını dinledim. Tatmin edici bir soundları ve sahne enerjileri vardı. Onlardan 15 dakika sonra sahneye çıkan Anthrax ise adeta tozu dumana kattı. 1 saatten az sahnede kaldılar ve sadece 9 parça çaldılar. Açılış parçaları “Caught In A Mosh”  ve efsanevi AC/DC coverı “TNT” canlı yaşanılası en güzel anlardandı. Böylesine büyük bir geçmişi ve tarihi olan “Big 4” efsanesinin playlistinde 9 parça olması ve 3’ünün de cover olması garipti ama yinede eğlenceliydi Anthrax’ı izlemek. Anthrax’ten sonra sahne Iron Maiden için hazırlanmaya başladı. Program setlistinde Maiden’ın 20:45 te sahneye çıkacağı yazılıydı. 20:30’da Iron Maiden’ın official videolarını çeken bir grup kameraman ve fotoğrafçı sahneye çıktı. Fotoğrafçılar, seyircilerden havaya girmelerini istediler ve Maiden çıkmışçasına tüm fan.lar coştuk. Onlar da bizi fotoğrafladılar.

Saati tam hatırlamıyorum ama Iron Maiden 20:55 ya da 21:00’de sahneye çıktı. Moonchild ile konsere girdiler. Onları ve Bruce’u görünce tüm yorgunluğumu unuttum. Saatlerdir ayakta durmanın verdiği yorgunlukla ağrıyan bacaklarımı artık hissetmiyordum.     Benim için ilk ve en önemli an ise Moonchild’ın nakarat kısmında Bruce Dickinson’ın oldukça düzgün bir Türkçe ile “HAYDİ TÜRKİYE!” diye bizlere seslenmesi oldu. Tüylerin diken diken olmasının ötesiydi bu an benim için. Bruce Dickinson 55, Steve Haris ve Dave Murray 57, Janick Gers ve Adrian Smith 56, Nicko McBrian ise 61 yaşındalar. Ama onlar, 80’li yıllardaki 30 yaşlarındaki ve en büyük enerjilerine sahip oldukları anlardan farksızdılar. Çok enerjiktiler. Bruce Dickinson en canalıcı konuşmayı Afraid To Shoot Strangers’tan önce yaptı. “Du-yduğumuza göre herkes İstanbul’da ki konserlerini iptal ediyormuş ama Iron Maiden hiçbir şeyden korkmaz” dedi. Bizler ise ona “Her yer direniş, her yer Taksim” diye sloganlarla cevap verdik. Her şarkı esnasında Bruce’un “Scream for me İstanbul, scream for me Türkiye” diye seslendiği anlarda gözlerim doluyordu. Afraid To Shoot Strangers şarkısını seslendirirken konser için en sürpriz anlardan biri daha geldi. Şarkı sözlerinde Bruce “God let us go now and finish what’s to be done” dediği mısra da “God”tan sonra gökyüzüne bakarak “which one” dedi. En özel an ise Fear Of The Dark’ın sözlerini “İstanbul in the dark” ve “Fear of the park” olarak değiştirmesiydi. Kelimelerle anlatılamaz, yaşanılması en güzel anlardan biriydi. Efsane şarkı Fear Of The Dark devam ederken Bruce seyircilerden aldığı bir “Maiden Turkey” pankartını Nicko’nun davuluna yapıştırmak adına şarkının sözlerini eksik söyledi. Konser devam ederken en büyük rüyamı gerçekleştirdiğim için düşündüğümden daha az fotoğraf çektim onları izlemek ve dünya gözü ile mümkün olduğundan daha fazla görebilmek adına sürekli onlarla vakit geçirdim, gözlerimi onlardan ayırmaksızın. Bis esnasında sahneye geri döndüklerinde en sevdiğim şarkıları The Evil That Men Do’yu seslendirdiler. Konser boyunca Eddie harikaydı. Kostümleri süperdi, The Trooper’da Bruce Dickinson klasik İngiliz askeri üniforması ve Britanya bayrağı ile sahnedeydi. The Evil That Men Do sondan bir önceki parçaydı. Bize veda ettikleri parça ise bir başka özgürlük şarkısı olan Running Free oldu. Çok anlamlıydı.

Iron Maiden İstanbul konserinde benim çektiğim bir kare..

Küçücük  bir çocukken dinlemeye başladığım grubu, hayatımın her döneminde yanımda olan bir efsaneyi canlı olarak gördüm ve izledim. O gün gündüz, o gecenin hayalini bile kurarken gözlerimden yaşlar akıyordu. Sevinç gözyaşının tanımını ilk kez o zaman hissettim. 26.Temmuz akşamı ise hayatım boyunca çektiğim tüm acıların hislerimde bıraktığı kaybolmaya yüz tutmuş izleri tamamen yok oldu. O geceden sonra yepyeni bir insan olduğuma inanıyorum. Bu tamamen Iron Maiden sayesinde oldu. Tüm dünya da fanların nasıl hissettiklerini biliyorum artık. 20’li yaşlarımı tamamladığımda üzülüyordum. 29’dan 30’a geçtiğim an her şeyin değişeceğini biliyordum ama 30. yaşımın en güzel yılım olacağını bilmiyordum. Umarım onları yeniden görebilirim.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

30 Haziran 2013 Pazar

IRON MAIDEN 26.07.2013 İSTANBUL - TÜRKİYE KONSERİ



Sadece bir karton parçası ama o herşey.. Tüm hayatımın anlamı.. Kaybettiğim bütün soyut değerlerin acısından arınmamı sağlayan, amacının hayatımın en önemli kültür olaylarından biri olmasını olanak tanıyacak olan bir karton parçası. Küçücük bir çocuk olduğum yıllardan bu yana hayata tutunma nedenlerimden biri olan insanları görmeye gidiyorum. Her üzüldüğümde, her hüzünlendiğimde ve her sevindiğimde beni bugüne kadar yalnız bırakmamış olan insanları görmeye gidiyorum. 1996'da onları tanıdığım ilk günden beri, dilek olay tam 17 yıldır, o eşsiz notaları ve müziği dinlemeden geçirdiğim, zihnimde yankılanmadan tamamladığım tek bir günüm bile yok. Sadece bir karton parçası için yazabildiklerim bunlar. Onları canlı canlı görmek, izlemek ve dinlemek yeryüzünde cenneti yaşamak gibi birşey olacak. Tarifini yapmamın, tasvir edebilmemin imkanı yok.

7 Haziran 2013 Cuma

CENNETTEKİ GÖZYAŞLARI, DRAZEN PETROVIC (1964-1993)


Sadece İyiler Genç Ölür..


"Hırvatistan'a gittiğimde gördüğüm cenaze töreni sanki bir devlet başkanı ya da çok önemli bir kişi için düzenlenmişti. Tahminde edebileceğiniz gibi.. Çok üzücü bir manzaraydı. Böyle bir insanın kariyerinin zirvesindeyken aramızdan ayrılışı gerçekten de trajik. "
Willis Reed (New Jersey Nets eski coachu ve yöneticisi)


Drazen Petrovic; 22.Ekim 1964'te Hırvatistan'ın Adriyatik denizi kıyısındaki küçük bir sahil kasabası olan Sibenik'te doğdu. 13 yaşında basketbolla tanıştı. İlk başarıları;


1980: İstanbul'da düzenlenen Avrupa Gençler Basketbol Şampiyonasında Hırvatistan milli takımına bronz madalya kazandırdı.
1981: Balkan Şampiyonası Yugoslavya Genç Milli takımına Altın madalya kazandırdı.
1982: Sibenka ile Avrupa Korac Kupası ikinciliği.
1983: Tekrar Sibenka ile Avrupa Korac Kupası ikinciliği.
1986: Cibona Zagrep ile Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası (O zamanki Euroleague) şampiyonluğu.
1987: Cibona Zagrep ile Avrupa Kulüpler Kupası şampiyonluğu. 
1988: Cibona Zagrep ile Avrupa Korac Kupası ikinciliği.
1988: Seoul Olimpiyatlarında Yugoslavya Milli takımı ile Gümüş madalya.
1989: Avrupa Basketbol Şampiyonasında Yugoslavya Milli takımı ile Avrupa şampiyonluğu.
1990: Dünya Basketbol Şampiyonasında Yugoslavya Milli takımı ile Dünya Şampiyonluğu.
1992: Barcelona Olimpiyatlarında Hırvatistan Milli takımı ile Gümüş madalya.


Drazen, Hırvat liginde Smelt Olimpija karşısında 112 sayı atarak kırılması çok zor bir rekoru eline geçirdi. 1988'de Avrupa Korac Kupasında Finlandiya temsilcisi Katkan karşısında da 62 sayı atarak. Avrupa kupalarında bir maçta atılan en yüksek sayı rekoru ile şu an günümüzde halen kırılmamış bir rekorun sahibi. 1989'da ki Avrupa şampiyonluğu ile beraber kariyerine NBA'de devam etti. Portland Trail Blazers'ta fazla forma şansı bulamadı buna rağmen 1990'da NBA finali gördü. Daha sonra New Jersey Nets'e transfer oldu ve bu adım basketbol dünyasının dönüm noktalarından biriydi.


Dönemin bir çok otoritesi onu basketbolu hayatta herşeyden önemli tutan bir insan olarak nitelendiriyorlardı. Fakat Yugoslavya'da başlayan savaş onun değer yargılarını değiştirmişti. 90'da patlak veren iç savaş Yugoslavya'yı ülke ve halk olarak ikiye bölmüştü. Kayıtlara göre son sezonunda Amerika'dayken kısa dalga radyo frekanslarından ülkesinde olup bitenleri takip ediyordu ve 1 yaz boyunca da ailesiyle Zagrep'te bombalardan kaçarak bir yaşam sürmüştü. Yugoslavya'da yaşanan savaşın trajedisi Drazen Petrovic'in basketbol aşkını ve evine duyduğu özlemi artırdı. Bu dönemden sonra Drazen ülkesini temsil etmeye devam etti ve bağımsız Hırvatistan milli takımında oynadı. 92 olimpiyatlarında sadece Jordan'lı Rüya Takıma yenilerek gümüş madalya kazandı. Hırvatistan kendi bağımsızlığını kazanmaya çalışırken o NBA'de bir yıldız, ülkesinde de bir kahraman haline geldi.


1993 sezonunda Drazen'in Nets ile kontratı bitmişti. Nets yönetimin kalması için yaptığı tüm ısrarlarına rağmen o ülkesine döndü. Hırvatistan'da savaş sürüyordu. Savaş devam ederken orada bulunmayadabilirdi. Sezonun ardından bir gazeteci ona "Neden savaş sürerken ülkene dönmek istiyorsun?" diye sorduğunda "Çünkü orası benim ülkem" dedi. Bu basına söylediği son sözler oldu. O yaz Yunanistan'dan iyi bir teklif almıştı ve Avrupa'da kalmak istediğini belirtircesine NBA yaz kampına katılmadı. Hırvatistan milli takımıyla Polonya'da ki bir turnuvada Slovenya'ya karşı bir hazırlık maçı oynadı. Bu maç onun kariyerindeki son maç oldu. Turnuvadan sonra takımıyla beraber Zagrep'e dönerken hayatını değiştirecek bir karar verdi. Takımla birlikte Zagrep'e dönmek yerine kız arkadaşıyla beraber Almanya'ya gitmeyi tercih etti.


"Cebinde Zagrep'e uçak biletleri olmasına rağmen, o bu bir kaç günlük kaçamağı yapmak istedi.."
Warren Legarie (Drazen Petrovic'in menajeri)


Drazen 7.Haziran.1993'te, 3 arkadaşıyla, Frankfurt'tan Zagrep'e giderken sabaha karşı 5 sıralarında, otobanda aşırı yağıştan kayganlaşan yolda aracın kontrolünü kaybederek bir kamyonla çarpıştı. Kaza anında Drazen ve kız arkadaşı hayatlarını kaybettiler.


1990 yılında, şu an ülkemizde Anadolu Efes basketbol takımının başında olan Dusan Ivkovic’in çalıştırdığı Yugoslavya milli takımı Dünya Şampiyonu olurken, o takımın en önemli oyuncuları Hırvat Petrovic ve Sırp Divac’tı. Dağılan Yugoslavya’nın en iyi oyuncuları ve iki en iyi arkadaştılar. Şampiyonluğun ardından parkelere inen bir taraftarın elinde Hırvatistan bayrağı vardı. Divac’ın söylediğine göre o taraftar Yugoslavya için kötü şeyler söyleyip sadece Hırvatistan’ı övmüştü. Vlade Divac şanssız bir şekilde hemen yanıbaşında gerçekleşen bu olaya sert bir tepki verdi; burda şampiyonun Yugoslavya olduğunu ve sadece Hırvatlara ait bir başarı olmadığını söyleyip, adamın elindeki Hırvatistan bayrağını alıp yere attı. Divac’ın bu hareketi Petrovic’le olan arkadaşlığını tamamen bitirdi. Drazen Petrovic aşırı milliyetçi bir Hırvat’tı ve ne kadar iyi arkadaş olsalar bile bunu kabul edemedi.


Vlade Divac ve Drazen Petrovic arasındaki dostluğun bitmesinin ardından Divac’ın o ölene kadar bu dostluğu kurtarma çabaları ve verdiği tüm demeçlerin hepsi birer insanlık dersi niteliğindedir. Onların hepsini burda yazmayacağım. ESPN’in 2010 yılı yapımı “Once Brothers” (Bir Zamanlar Kardeştiler) isimli belgeselinde hepsi çok iyi bir şekilde işlenmiş. Benim şimdiye kadar izlediğim en iyi belgesel. Basketbol adına çok büyük duygu dolu anlar, bir arkadaşlığın yıkılması ve ardından gelişen olaylar hem siyasi hem de spor açısından çok başarılı bir şekilde izleyiciye aktarılıyor.

Drazen Petrovic'in ölümünden sonra bütün dünyadan sevgi mesajları yağdı. Nets 3 numaralı formayı emekliye ayırdı. İsviçre Lozan'da Olimpiyat parkına Drazen'in bir heykeli dikildi. 2001'de Wimbledon şampiyonu Hırvat Goran Ivanisevic bu başarısını Petrovic'e adadı. Drazen Petrovic; Avrupa Basketbolunun dünya da söz sahibi olmasını sağlayan ve birçok Avrupalı oyuncuya NBA kapısını açan ilk ve tek önemli sporcuydu.


OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

Dip Not: Tarih bilgileri Vikipedi, sporcu ve coach yorumlarıını Hoop Magazine'den aldım.


9 Mayıs 2013 Perşembe

FINAL FOUR DEĞERLENDİRMESİ 2



BARCELONA REGAL - REAL MADRID

Barcelona, Euroleague'in en az sayı yiyen, Real Madrid ise en çok sayı atan takımları. Barcelona, play off'lara gelene kadar yenilgi sayısı en az olan ve ligi hem ilk round maçlarında hem de Top 16'da en çok domine eden takımdı. Ancak play off'ların çok daha farklı bir atmosferi olduğunu Panathinaikos bizlere gösterdi. Barcelona'nın direncini kırdılar. Zor bir şekilde 3-2'lik bir seriden çıkarak son 4'e gelen Barcelona dominant kimliğini play off maçlarında kaybetti. Navarro, Jawai ve Tomic gibi oyuna direkt etki edebilecek yıldızların yanında Sada ve Ingles gibi görev adamlarına sahip gerçek bir savunma takımı olan Barcelona'yı, Real Madrid gibi ışık hızıyla oyun oynayan, Euroleague'in en iyi hücum takımlarından birine karşı izleyeceğiz. İzlemesi çok keyifli bir maç olacak.

Real Madrid ise Rudy Fernandez, Huartes ve Squarez'in oyun karakterleriyle şampiyonluğa inanmış ve adeta basketbola yeni bir tanım getirmiş gibi atletizm basketbolu oynayan bir takım.Bu karşılaşmada kilit oyuncular herkesin tahmin edeceği gibi Barcelona'dan Navarro, Real Madrid'ten ise Fernandez. Bireysel anlamda Fernandez'in Navarro'ya üstünlük kuracağını düşünüyorum ancak kazanıp finale çıkmak istiyorlarsa bu rolü tüm takım olarak oynamaları gerekiyor. Kritik anlarda Navarro'nun eline bakan Barcelona'ya karşı savunma karakterlerinide ön plana çıkarırlarsa rahatlıkla 2013 finalinde mücadele edeceklerdir.

Her iki maçta birer erken final. 10-12 Mayıs 2013'te, Londra'da Avrupa'nın en güçlü 4 basketbol takımını şampiyonluk yolunda izleyeceğiz. Bir basketbolsever olarak keyifli bir haftasonu geçireceğim. Bir taraftar olarak ise üzgün bir haftasonu. Regular season, Top 16 ve play off çeyrek finallerinde, temsilcimiz Anadolu Efes'in bu dört takımdan üçüne mağlubiyetler yaşatmış olması ve final four'a son 1 maç kala Euroleague'den elenmiş olup Londra'ya gelememesi.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

3 Mayıs 2013 Cuma

JEFF HANNEMAN (31.Ocak.1964 - 02.Mayıs.2013)


Metal müziğin bugün yapıtaşı olan türevlerinden thrash metale hakkını veren grupların başında Slayer gelmektedir. Metallica, Megadeth ve Anthrax ile bir devrin başlangıcıdırlar. Bizler bir nesil olaarak bu grupları en sağlıklı zamanlarından, kariyerlerinin sonlarında oldukları zamana kadar dinleyebilme ayrıcalığına sahip olduk. Elbette "Big Four" diye adlandırılan bu dörtlü sonsuza kadar dayanamayacak, her hikayenin bir sonu vardır. Ancak hikaye daha ortalardayken kötü son yaşamak bir kabusun herşeyi değiştirebileceğinin bir kanıtıdır.

Jeff Hanneman kurulduğu 1981'den bu yana Slayer'ın bir üyesiydi. 10 stüdyo, 1 cover ve 2 konser albümünde yer aldı. Slayer'ın günümüzde bu kadar güçlü bir şekilde yer edinmesini sağlayan parçalar onun eserleriydi. Angel Of Death, Raining Blood, Season In The Abyss, South Of Heaven, War Ensemble şarkılarını o yazdı. Jeff, Punk müziğe hayran bir sanatçıydı. Undisputed Attitude albümü ve o albümdeki performansı onun her zaman bir Punk müzik seven müzisyen olarak hatırlanmasını sağlayacaktı. Nazi Almanyasına karşı bir sempatisi olduğu öne sürülüyordu. Nazi Almanya’sına kökenlerinden geldiği için bir hayranlığı vardı babası 1944’te savaşmıştı. Bugün metal tarihinin en sağlam parçalarından biri olan Angel Of Death’te Nazi Almanyasından bahsetmiştir. Sepultura ve bir çok metal grubu onun ve tüm Slayer üyelerinin Nazi olduğunu öne sürerek suçlamışlardır. Jeff ise Nazism ile ilgili bir bağımlılıkları olmadığını sadece müziğe ithafen konuyla ilgilendiklerini söylemiştir.

Jeff, talihsiz bir şekilde 2011 yılında bir örümcek tarafından ısırıldı ve komaya girdi. Komadan çıktığında bile zar zor yürüyordu ve uzun bir süre fizik tedavi gördü. Slayer’ın 1 yıl boyunca tüm turne ve konser programları altüst oldu. Örümcek kolundaki tüm dokuların ölümüne neden olmuştu, yapılan basın bildirilerinde bir ara kolunun tamamen kesilmesi gerektiği bile söylenmişti. O bir müzisyenin yaşayacağı en büyük trajediyi yaşamıştı. Slayer için şarkı yazmaya devam ediyordu ama gitarını eline alamıyordu. 1 yılın sonunda yeniden gitar çalmaya başlamıştı. Ancak bu sefer de karaciğer yetmezliği yaşamının önüne geçti ve dün (02.05.2013) Jeff aramızdan ayrıldı. Sadece 49 yaşındaydı. Evliydi, çocuğu yoktu.

Sağlık durumu yüzünden konserlere çıkamayınca; Slayer yaptığı basın açıklamasında Exodus grubunun gitaristi Gary Holt’un Jeff dönene kadar Slayer’la konserlere çıkacağını bildirdi. Sanırım Gary Holt artık Slayer’ın daimi bir üyesi oldu. Dün akşamdan beri bütün sosyal medya Jeff’in vefatıyla çalkalanıyor. Thrash metal için çok büyük bir kayıp. Slayer’ın resmi web sitesine girdiğim zaman Jeff’in bir konser fotoğrafı ve kocaman bir “Our brother Jeff Hanneman, May He Rest In Peace (1964-2013)” yazısı çıkıyor karşıma. Ortaokula giderken walkmanimde dinlediğim Hell Awaits’ler, Raining Blood’lar aklıma geliyor. Bizler öylesine şanslı bir nesiliz ki; bu dönemleri gördük ve yaşadık. Keşke bu talihsizlik meydana gelmeseydi ve yine aramızda olsaydı. Bugün eminim dünyanın dört bir yerinde bu üzüntüyü yaşayan bir çok fan benim gibi bloglarında ya da sosyal medya hesaplarında düşüncelerini paylaşıyorlar. Jeff Hanneman; çok büyük bir etki bıraktı. Sadece kısa bir mesajla Rest In peace yazarak geçiştirebileceğim bir müzisyen değildi. Zaten kimse bunu hak etmez. Toprağı bol olsun. Unutulmayacak..

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7  

1 Mayıs 2013 Çarşamba

"BİR MAYIS AKŞAMI" RONNIE JAMES DIO 1942 - 2010




Sevgili Ronnie,

Bir Mayıs akşamı, tüm bunalımlarımla baş başa kalmış bir şekilde oturuyorum. Her gün winampımda çalan Black Sabbath, Rainbow ve Dio'nun eşsiz parçalarıyla gözlerimi kapayıp içinde yaşadığım Dünya'nın tüm riyakarlıklarını ve saçmalıklarını bir an olsun aklımdan çıkarabiliyorum. Efsanevi ses tonunla, biz Heavy Metal fanlarının yüreğimize işleyen sesinle gezegenden ayrılıyorum. Bu nasıl birşeydir; bu yaşam içinde ki bir çok olgudan daha üst seviyelerde bir sığınak, bir kaçıştır.




Bir mayıs akşamı, yine tüm bunalımlarımla başbaşa kalmış bir şekilde oturuyorum. Ekmek parası için ailemden ve dostlarımdan uzakta olduğum, hayata tutunduğum bir sevgilinin terk edişinden sonra yalnızlığın katil kollarında günlerimi geçirdiğim kronik anlardan birinde yine , beni hiç terk etmeyen unsurların başında olan sesini ve müziğini dinliyorum. Her gün ruhumun bedenimden ayrılabilme arzusuyla yanıp tutuştuğum, ancak inançlarım doğrultusunda sadece bu arzunun kendi kendine gerçekleşmesini beklemekten başka yapacak birşey olmadığının acımasız gerçeğiyle günümü beklemeye devam ederken, bana cesaret veren her zaman olduğu gibi senin sesin ve müziğin oluyor.

Bir mayıs akşamı, her zaman olduğu gibi tüm bunalımlarımla başbaşa kalmış bir şekilde oturuyorum. Senin ölüm haberin geliyor. İnsan der ki; sadece müzik, kitleleri eğlendiren bir unsur, bir anlık üzülürsün, saygıyla anar ve geçersin. İşte ben bunu yapamıyorum. Seni hiç görmedim ama son 12 yıldır, sesini duymadan geçirdiğim bir günü bile hatırlamıyorum. Neşeli zamanlarım kadar hüzün dolu zamanlarımda oldu. Hepsinde sen vardın, müziğinle, hayatıma kattığın coşkuyla, üzüntülü zamanlarımda, kalp kırıklıklarımı gitarlarının tellerinde anlamlandıran efsanevi insandın sen. Sen sadece eşsiz bir ses tonuyla kutsanmış, mükemmel bir Rock vokalisti değilsin, her zaman insanlara yardım edebilmek için kendini en öne atan, yardımsever, iyi bir eş, örnek bir adamsın. Tüm Heavy Metal dünyasının lideri, Rock müziğinin önderi, herşeyisin.

Toprağın bol olsun, huzur içinde uyu. Sesin sonsuzlukta yankılanacak. Herşey için teşekkürler.

OSMAN ÇELİK

www.twitter.com/ocelik7

DİP NOT: 17.05.2010'da yazmış olduğum bir yazıdır. Bu ay Ronnie James Dio'yu, ölümünün 3. yılında anacağız. 

THE FOLLOWING: THE FINAL CHAPTER, SEZON FİNALİNİN ARDINDAN


Tutku dolu bir yaşamın septik şizofreni ile buluşarak çöküntüye uğraması. Mükemmel bir hayatı parçalamak ve iyi ya da kötü kendi sonunu yazmak.

10.Şubat.2013’te The Following dizisinin 1. sezon pilot bölümünü izledikten sonra, bu blog üzerinde kritiklerimi paylaşmıştım. 3 ay sonra sezon finalini izledik ve bu ana kadar adeta soluksuz bir şekilde geldik. “The Following” in beni kendisine hayran bırakan en büyük özelliği; senarist ekibin, gothic dark türü edebiyatı ve en önemlisi çağlar önce aramızdan göçüp gitmiş Edgar Allen Poe gibi bir insanüstü yazarın ruhunu günümüze yansıtması oldu.

Bütün sezon boyunca Virginia Üniversitesinden edebiyat öğretmeni Joe Carroll’ın şizofren bir seri katile dönüştükten sonra işlediği sıra dışı cinayetlerle FBI’ın verdiği mücadeleyi izledik. Joe Carroll çok zeki bir adam ve onun karakterini canlandıran James Purefoy’un oyunculuğuna, o rolü canlandırışına, o karaktere hayat verişine hayranım. Sezon finalleri, her zaman yeni sezon onayı alan bir yapım için belirsiz ve soru işaretleri ile dolu olarak biter. İlk sezonu bu şekilde bitirdikten sonra önümüzdeki yıl bu gizemin ne şekilde ilerleyeceğine tanık olacağız.

The Following'in senarist ekibi öylesine cesur ki; bugün yepyeni bir adım attılar. Dünya da gothic edebiyat denince akla gelen ilk isim olan Edgar Allen Poe’nun eserlerini oldukça kötü bir şekilde aksettirdiler, Poe maskelerini birer korku filmindeymişçesine oyuncular üzerinde kullandılar. Bugün günümüzde Edgar Allen Poe’nun soyundan yaşayanlar olsaydı bu yapıma onay vermeyeceklerini hatta ciddi mahkemelik sonuçlar ortaya çıkacağını düşünebilirdik. Dizi pilot bölümün ardından 8.2 gibi çok yüksek bir puanla IMDB’de kendine yer buldu. Böylesine devam eden bir rating sonunda yetişen yeni nesil okur kitlesinin de, Edgar Allen Poe’dan uzak duracağını düşünüyorum. The Following ekibi böylesine bir adım attı ve belki de ilerleyen yıllarda; ölüm ve aşk üzerinden sanat yapacak olan her yapıtın önüne geçti diyebiliriz.

Düşlerinin ölümsüz olduğuna inanan bir yazarın bu hayata ve insanlığa kattıklarını inkar edemem ve bundan sonra ne olacağınıda bilemem ancak; dizi ne kadar başarılıda olsa Edgar Allen Poe gibi bir yazarın ciddi anlamda kötülük olarak tanıtılmasını pek de hoşgörülü karşıladığımı söyleyemem. Hatta sezon finalinde Ryan Hardy’nin Joe’yu kışkırtmak için bile olsa Poe için söylemiş olduğu sözler gerçekten rahatsız ediciydi. Bu diziye bağlanmamın ve müptelası olmamın başlıca nedeni pilot bölümden sezon finaline kadar giden 15 bölüm boyunca ajan Ryan Hardy ile seri katil Joe Carroll arasında geçen diyaloglardı. Her karşı karşıya geldiklerinde ağızlarından adeta sanat akıyordu. Diziyi dikkatli takip edenler ana düşüncenin ardında; günümüz toplumunun çoğunlukla kaybettiği sevgi, güven, sadakat, fedakarlık ve aile kavramı değerleri adına çok güçlü mesajların yer aldığını göreceklerdir.

“The Following”i izlemediyseniz bir an önce başlayın. Soluksuz bir maceranın içinde bulacaksınız kendinizi. Muhteşem birer akla sahip iki insanın beyin fırtınası hissettiren akıl almaz karşılaşmalarını gördükçe o maceraya dahil olacaksınız. Kevin Bacon ve James Purefoy’un oyunculukları mükemmel ötesi. Yan karakterlerin de hikayeye dağılımı kusursuz. Her birinin kendine ait dünyalarından çıkış aradıkları inanılmaz bir dram ve gizem gözlerinizin önüne serilecek ve tüm parçaları birleştirmeye çalıştığınızda zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacaksınız.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

27 Nisan 2013 Cumartesi

FINAL FOUR DEĞERLENDİRMESİ


OLYMPIACOS – CSKA MOSCOW

Geçtiğimiz yıl İstanbul’da gerçekleşen Final Four finalinde karşı karşıya gelen bu iki ekip, bu yıl Londra’da ki Final Four’da finale kalmak için mücadele edecekler. Geçen sene İstanbul’da sürpriz bir son saniye basketiyle şampiyonluğa ulaşan takım Olympiacos olmuştu. Bu yıl Londra’da tarihin tekerrür edeceğini düşünmüyorum.

CSKA Moskova, Andrei Krilenko ve Shved haricinde çekirdek kadrosunu korudu ve Teodosic, Krstic, Weems, Kaun gibi bireysel yetenekleri ve coşturuculuğu yüksek oyunculara sahip. Herşeyden önemlisi de efsane coach Ettore Messina bu yıl yeniden yuvasında ve bu harika takımın başında. Öte yandan Olympiacos ise geçen yıl ki şampiyon kadrosundan önemli dinamikleri gönderdi ve Spanoulis’in etrafında dönen bir sistem oluşturdu. Bu sistem bugüne kadar içeride oynadıkları atmosfer ile kendi kendini götürdü ve saha avantajlarınıda en iyi şekilde kullanarak son 4’e kadar geldi. Spanoulis dışında CSKA’da ki oyunculara tecrübe bakımından yakın duran bir başka yardımcı oyuncuları yok ve Anadolu Efes serisinde psikolojik olarak çok gerildiler. Yine de her şeye rağmen coachları Bartzokas’ı kutlamak gerekir. Fazlasıyla kısıtlı bir kadroyu son 4’e kadar getirdi. Ancak daha ilerisini görebileceklerini sanmıyorum.

CSKA şu anda oldukça konsantre olmuş bir takım ve geçen yıl ki kötü anılarını unutturmak için ellerinden geleni yapacaklardır.  Coach Messina bu tip stresli Final Four’lar da daha derin bir tecrübe ve oyun anlayışına sahip. CSKA Moskova’nın 2008’de ki son Euroleague şampiyonluğunda, final maçının olduğu günün sabahı babasını kaybetmişti. Madrid’den İtalya’ya dönmedi ve takımının başında kaldı. Aynı günün akşamı final maçına çıktı ve bir insanın yaşayabileceği en kötü duyguları içine hapsederek oyun rotasyonunu korudu, CSKA Moskova’yı şampiyonluğa taşıdı. Maçın bittiği anda gözyaşlarıyla beraber, her şeyi bırakıp tribünde cenazeden sonra onu desteklemeye gelen ailesine koştu. Messina o ana kadar her şeyi içinde kapalı tutmuş, oyuna odaklanmıştı. Böylesine başarılı bir teknik adam, Avrupa’nın en iyi oyuncularından kurulu bir takımın başında olunca başarı kaçınılmaz olur. Bugün Spanoulis dışında ki Olympiacos’un kadrosundaki sporcular, CSKA’dakiler kadar iyi olsalardı bile; Olympiacos coachu Bartzokas’ın yine de Ettore Messina’dan daha konsantre olup oyuna müdahale edebileceğini düşünemezdim. Bu yüzden CSKA Moskova’nın rahat bir şekilde Olympiacos’u geçip finale çıkacağını düşünüyorum.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

24 Nisan 2013 Çarşamba

FINAL FOUR KAPISI

Son 12 yıldır Euroleague'de Final Four görmüyoruz. En son 2001 yılında Anadolu Efes (o zamanki adıyla Efes Pilsen) 'in efsane kadrosu ile Euroleague'de Avrupa 3.lüğünü yaşamıştık. Mehmet Okur, İbrahim Kutluay ve Hidayet Türkoğlu ile fırtına gibi esmiştik.

Anadolu Efes, bu sezon çok önemli bir sınav verdi. Geçtiğimiz yıl oluşturduğu kadroya Jordan Farmar, Jamon Lucas ve Josh Shipp katkısı yaparak, önceki yıllarda olduğu gibi Avrupa'nın en iyi savunma yapan basketbol takımı apoletini geri kazandı. İlk tur maçlarında inişli çıkışlı bir görüntü çizsek te Efes hak ettiği şekilde Top 16'ya kaldı ve bir Euroleague takımının yapması gereken en önemli hamleyi yaparak 7 maç üst üste kazandı. Son saniyeleri güzel bir rotasyon ve kolektif bir oyunla geçerek birçok takımın planlarını alt üst etti.

Anadolu Efes, şu an ki kadro yapısı ile beraber son Avrupa şampiyonu Olympiacos'tan çok daha iyi bir takım. Kobe Bryant ile yan yana oynayarak Los Angeles Lakers'ta NBA şampiyonluğu görmüş iki önemli oyuncuya sahibiz. Jordan Farmar ve Sasha Vujacic. Sasha, geçirdiği sakatlıklar yüzünden verimini düşürse de, Jordan Farmar "ben bu anlar için yaşıyorum" diyor ve tutku dolu enerjisini oyununa başarı ile yansıtıyor. 2-0 geride olduğumuz play off çeyrek final serisini 2-2'ye getirip final four için halen savaşıyor olmamız da onun katkısı asla göz ardı edilemez. 26.Nisan.2013 cuma gecesi Atina'da ki Barış ve Dostluk Spor salonunda 10.000'in üzerinde ateşli Yunan taraftarına karşı oynayacağız. Olympiacos'un kadrosunda Spanoulis dışında evrensel bir oyuncusu yok. Bu yıl onlarla 3 kez bu salonda maç yaptık ve 3'ünü de kaybettik. 3 maçımızıda evimizde kazandık. Bu 6 maçtan sonra öğrenmemiz gereken en önemli şey; doğru savunmanın yanında doğru hücum ederek tempoyu elimize geçirmek zorunda olduğumuz anların çoğalması. Efes böyle oynadığında karşısında hangi takım olursa olsun  bizi durdurmakta zorlanıyor. Cuma gecesi coachumuz Oktay Mahmudi'nin bu ölüm kalım maçında en iyi hamlelerini yaparak bizi final foura taşıyacak rotasyonu oluşturacağına yürekten inanıyorum.

Umarım, bu blog üzerinde, takımımız sayesinde sevindirici paylaşımlarla Avrupa basketboluna olan heyecanımı yeniden mutlulukla aktarmaya devam edeceğim.

12 Nisan 2013 Cuma

BİR ŞAMPİYONUN YÜREĞİNİ ASLA HAFİFE ALAMAZSINIZ. OLYMPIACOS - ANADOLU EFES


Herşey o kadar güzel başladı ki; stres içinde olan takım Olympiacos’tu. Maçı kazanmak zorunda olduğunun görüntüsünü fazlasıyla veren, azmi ve mücadeleyi hissettiren taraf ise bizdik. Savanovic ve Semih’in oturması riskli bir başlangıçtı ancak; Oktay hoca Kerem ve Barac’ın mücadeleci rotasyonlarını daha maçın başında oyun düzenine yansıtarak etkili bir hamle yapmış oldu ve 2-12’lik bir seri yakalayarak daha ilk dakikalarda çift haneli farka ulaştık. Maçın hakemleri ilk yarı da mükemmel bir yönetim sergilediler. Bu tip telafisi olmayan maçlarda sertliğe biraz taviz vermek zorunda olursunuz. Hakemler sağolsunlar öylesine bir taviz verdiler ki adeta pota altında iki takım oyuncuları birbirlerini dövdüler. Böyle olunca da ortaya mücadele adına çok güzel görüntüler çıktı.


Savunmamız hali hazırda yerinde ancak bu azmi hücumda da göstermek zorundaydık ve ne yazık ki ikinci periyotta hücumumuz koptu. Farmar ve Savanovic çok basit top kayıplarının ardından fast break sayıları yememize neden oldular. Spanoulis ve Pero Antic’in ekstra sayıları son şampiyonun yeniden oyuna ortak olmasına sebep oldu. Yanlış hücum rotasyonu savunmamızın da aksamasına sebep olunca Olympiacos farkı 11’e çıkardı. Son bir eforla ilk yarıyı 10 sayının altında tamamlamayı başardık 35-26.

Olympiacos, 3. Periyodun neredeyse tamamında Spanoulis’ten belirli bir katkı almadı. Harika savunma yapmaya başladılar ve biz hücumda sadece Barac’ın orta mesafe şutlarına kaldık. O da yüzdesiz atınca fark açıldıkça açıldı. Basit hatalar bizi sona doğru sürüklemeyi başardı. 3. Periyot biterken Olympiacos’tan Sloukas mesafe tanımaksızın bir son saniye üçlüğü yolladı potamıza. Sanki tabutumuza çivi çakmış gibi 4. periyota girdiler ve kaldıkları yerden devam ettiler.

Bugün Atina’da ki dostluk ve Barış Spor Salonunda bizim adımıza en etkili oyunu sergileyen sporcumuz veteran Kerem Gönlüm oldu. Çabası takdir edilebilecek tek basketbolcumuzdu. 13 sayı, 14 ribaund ile double double bir performans ortaya koydu. Ancak ona eşlik eden kimse olmayınca maçtan koptuk. Bu gece Atina’da takımlarını 1 dk. bile susmadan destekleyen 10.000 Yunan basketbolsever vardı. Olympiacos saygı duyulacak bir takım; son Euroleague şampiyonu ve bir şampiyonun yüreği asla hafife alınmamalı.

Anadolu Efes, Top 16’da ki son 3, Top 8’de ki de ilk 2 maçını kaybederek, Euroleague’de ki son 5 maçını üst üste verdi. Ortada dağılmış bir takım ve çok kötü bir görüntü var. Önümüzde İstanbul’da 1 maçımız var, o maçı kazanırsak peşine yine İstanbul’da 2. maçımız gerçekleşecek. Onu da alırsak seri yeniden son maç için Atina’ya taşınacak. Neden olmasın. Bu mümkün.. Ancak böylesine ciddiyetsiz bir oyun ile beraber son Avrupa Şampiyonunu 3 kere üst üste yenmek mi..? Hayalden öte bir şey olamaz.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

10 Şubat 2013 Pazar

THE FOLLOWING


Edgar Allen Poe; yaşadığımız dünya da gothic öykülerinin bir akım gücü oluşturmasına ön ayak olmuş en büyük yazarlardan biridir. Sadece eserleriyle değil, yaşamı ve çektiği sıkıntılarla bile bir çok hayata yön vermiş usta bir yazardır. Ölümünün üstünden 150 yılı aşkın bir süre geçse de eserleri bir çok sanat yapıtına ilham kaynağı oluşturmuş büyük bir sanatçıdır. Iron Maiden ve Dream Theater gibi günümüzün Dünyaca ünlü Heavy Metal ve rock tarihinin en şahsiyetli grupları çoğu şarkı sözlerini Poe’nun ışığında hayata geçirmişlerdir. En önemlisi ise sinema sektöründe varolmuştur. Tam 241 adet sinema filmi çekilmiştir Edgar Allen Poe eserlerinden oluşan. Ölümünden tam 172 yıl sonra en önemli eserlerinden biri olan Raven (Kuzgun) sinemada yeniden hayat bulmuştur. Yazımın başlangıcında Edgar Allen Poe ile ilgili kronolojik girişin tek sebebi; kendisinin  yaşadığımız dünyayı şu an yeni bir kültür olayı ile sallıyor olmasıdır.

“The Following” dizisi TV dünyasına yepyeni bir soluk getirdi. İnanılmaz kurgusu ile daha ekranlarda yer bulmadan  bile ratingleri patlatacağının sinyallerini verdi. 3. bölümünün ardından IMDB’de 8.2 puana ulaşan eser; TV dizisi kültüründe suç, dram ve gizem dallarına yepyeni anlamlar kazandıracak.

Virginia Üniversitesi’nde Edebiyat öğretmenliği yapan bir üniversite hocası peşi sıra nasıl bir şizofrene, psikopata ve sonunda seri katile dönüşür?  Bütün bunların ötesinde Amerika Birleşik Devletlerinde yaşayan yaklaşık 300 seri katili örgütleyip, insan hayatını cehenneme çevirmeye çalışan, akıl küpü bir şizofrenin karşısında , kendisini onu yakalamaya ve tüm insanlığa çektirdiği zulümü sonlandırmak için mesleğine hayatını adamış bir FBI ajanının verdiği mücadeleyi izlerken nasıl gerilmeyeceğiz?

Eski üniversite öğretmeni seri katil Joe Carroll karakterine hayat veren James Purefoy mükemmel bir oyunculuk sergilemiş. Karşısında FBI ajanı Ryan Hardy karakterini canlandıran bir dönemin efsane oyuncularından Kevin Bacon ise adeta küllerinden doğmuş ve TV ekranlarına yepyeni bir soluk getirmiş. Senaristler o kadar başarılı ki; Joe Carroll’ın cinayet kurgusunu ve ajan Hardy’nin onun karşısında yeraldığında ki tutumunu, ikisinin birbirleri arasında oluşturduğu tüm tezatları, dinamikleri ve aralarındaki ilişkiyi mükemmel bir şekilde ekrana taşımışlar. Pilot bölümü izlerken Hardy ve Carroll’ın repliklerinde adeta başım döndü. Yeni bir diziye başladığınızda, pilot bölüm ve pilot bölümü takip eden 2-3 hafta boyunca konuya ısınmaya çalışırsınız. The Following daha ilk bölümüyle birlikte sezon finaline gelene kadar çatlayacağınızın garantisini veriyor. Prison Break’ten sonra hiçbir diziye bu kadar iştahlı ve heyecanlı bir şekilde başladığımı hatırlamıyorum.

The Following, 40 dakika boyunca tüm sorunlarınızı unutup rahatlıkla kafa dağıtabileceğiniz ve beyin fırtınası yaşayabileceğiniz eşsiz bir TV dizisi. Polisiye, suç, gizem ve drama seven tüm izleyicilere öneriyorum. İyi seyirler.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

4 Şubat 2013 Pazartesi

YİTİP GİTMİŞ BİR DOST’A MEKTUP “Sadece İyiler Genç Ölür..”


Dertlerden uzak olmaya çalıştığım yıllardı 90’lar. Genç bir insanın gelişimi; ebeveyn ayrılığıyla başlayan aile parçalanması, peşi sıra yaşanan düş kırıklıkları ve ileride kötü bir geçmiş diye anımsanacak tüm olumsuzluklarla sürerse, hayata bakışı çok yönlü bir şekilde etkilenir. Beni de etkiledi zaten bütün bunlar. Ama tüm bu pesimistlik bir kenara; beni asıl etkileyen ve hayata tutunmamı sağlayan her zaman sen oldun.

Yaşamımdaki tüm soyut değerlere, kalbimde ve ruhumda birer anlam kazandırdın. Sakinliğimden sıyrılıp yaşamakta olduğum zorlukların dışavurumsal kavgasını gösterdin, agresifliğime duygusallık kattın. İçimde her zaman bir çocuk olmasını sağladın. Herşeye sevgiyle yaklaşmamı sağlayan, tebessümle hareket ettiren, tertemiz pak küçücük bir çocuk. Kimsenin henüz zarar vermediği, hayata dair en ufak bir kötülüğü bile tatmamış bir çocuk her zaman varoldu içimde senin sayende. Bu da benim sevgi, güven, sadakat ve iyimserlik gibi günümüz toplumunun çoğunlukla kaybettiği değerleri içimde korumama yetti. Ağladığım, hüzünlendiğim, acı çektiğim günlerim, gecelerim, yıllarım oldu. Tüm o zamanlar boyunca sen benim bir kurtarıcım değil, bütün zorluklara karşı beni korumaya çalışan bir varlık oldun. Hem de seni tanıdığım ilk günden beri.

Çaldığın her nota ve ağzından çıkan her söz, Dünya’da geçirdiğim her gün aklımın içinde yankılanıyor. Efsaneviliğin, insanüstülüğün seni içimde yaşatıyor, birey olmanın varlığını hissettiriyor her gün bana. Tarifi mümkün olmayan bir güç veriyor. Sen varken kimse bana zarar veremez. Ruhumdasın… Efsaneviliğini hissettirdiğin o mükemmel yorumundan günü gelip nefret edecek ve bunu kamuoyuna açıklayacak kadar asil birisin. Sana ne söylenilse azdır. Övgüler yetmez. “Smells Like Teen Spirit”i dinlemeden bir günüm geçmiyor. Bir müzikseverim. Ne mutluyum ki gerçekten değerli müziği bilen ve seven insanlardan biriyim senin sayende.

Kendi müziğini yarattın, bir etkilenimin öncüsü, bir akımın en başarılı temsilcisi oldun bu dünya üzerinde. Yıllar önce yılın ilk aylarında yaşamın bir boşluğa doğru sürüklenmeye başladı ve çok erken yumdun gözlerini bu hayata. Bu yaşam ve nefes aldığımız bu evren, bugün sen burada olsaydın çok daha anlamlı olabilirdi. Sadece her 8 Nisan’da değil, yılın her günü kalbim Seattle’da.. Sonsuz selam olsun. Herşey için teşekkürler Kurt Cobain… Teşekkürler Nirvana...

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

GÖZÜ YAŞLI BİR VALS

Rüstem tek başına sürdürdüğü basit hayatını, her zaman sevdiği şeyleri yapmak için yaşayan sıradan bir insan olarak geçirmeye devam ediyordu...