2 Aralık 2014 Salı

SEVGİNİN DENGESİ

Ruhsuzluğun tek simgesi, günlük yaşantımıza daimi bir şekilde başka birini kattığımızda hissettiğimiz rahatsızlık duygusudur. O öyle bir rahatsızlıktır ki; hiçbir şeye benzemez. Tek gerçekliği adına sadece ilişki denmesidir. İçten içe kendinizi huzursuz hissettiğiniz sürece, bir adım atmaya çalışsanız dahi başarılı olamazsınız. Sevgi dengeleri değişiklik gösterir. Sizin onu sevdiğinizden sizi daha çok seven partneriniz, neden var olan sevginizi daha da köreltmeye yönelik davranışlarda bulunur ki? Benim hiçbir zaman anlam veremediğim nokta bu olmuştur. Sizi değiştirmeye çalıştıkça uzaklaşmanız daha kolay, kaçınılmayacak son ise onun için çok daha zor olacaktır.

Aslında hayat öyle dengesiz ki; sadece sevginin gücünü orantılamamız doğru olmaz. Tüm yaşamım boyunca vazgeçilmez bir bütünlüğüm oldu bu sevgi dengesi. Her birlikteliğimde ya çok sevip aynı şekilde sevilmedim ya da çok sevildim ve aynı şekilde sevmedim. Kişilerin her türlü his yoğunluğu farklılık gösterir ama şunu keşfettim; her türlü bu dengesizlik bir son yaratıyor ve bu son hep mutsuz bir son oluyor. Bıraktığı acı izleri ise son derece yıkıcı ve uzun sürebiliyor. Yani hiçbir iyi tarafı yok.

Aşk’tan o kelebeklerin karnınızda uçuştuklarını hissettiğiniz anlar olur. O anlar sürer. Hayatın en kötü oyunu ise, ruhunuza dokunan bütün o duygusal şarkıların ya da okuduğunuz her duygusal metnin size hissettirdiği o nefis romantizmin, aslında hiç hak etmeyen birisine karşı içinizde oluşmasıdır. Bir gün bunu fark edersiniz ve yine de iyimser tutumunuzdan vazgeçmeyip bu sevgiyi yaşatmaya çalışırsınız. Bu sizin büyük bir insan olduğunuzun değil, tam aksine duygusal ölüme yürüyen bir birey olduğunuzun kanıtıdır.

Bütün bu yazdıklarım istisna harici şeyler. İlk görüşte aşkın yanı sıra, zamanla birbirlerini tanıyan aklı başında insanlarda bu dengenin farkına varıp en az zarar verecek şekilde yollarını ayırırlar. Ama yukarıda bahsettiklerim içinse dayanılmaz bir sıkıntıdan öteye gidemez.

William Shakespeare ne güzel söylemiş.. “Ölümden önce söylenen aşk cennete akar. Cehennemde olsan bile bulur seni ve ölümcül alevlerin içinde serinletir ruhunu.” Cinsel tercihleri açısından aynı seçimleri paylaşmıyorum ama görüldüğü gibi sevgi her yerde sevgi. Ne güzel; adam ölürken bile sevgiye olan inancını kaybetmeyeceğini biliyormuş. Biz ise günümüzde sadece yiyişelim ve bırakalım birbirimizi..
OSMAN ÇELİK

www.twitter.com/ocelik7

16 Ağustos 2014 Cumartesi

"UNDER THE DOME" İLE İLGİLİ


NOT: Spoiler içermez..

"Under The Dome" dizisi, yaz mevsimi yayınlanan bir yapıt olmasaydı kesinlikle şans vermez ve izlemezdim. Yazın "Teen Wolf" ve "Under The Dome" dışında izlenecek pek bir şey yok. Bu diziyi zaten ayakta tutan tek şey yazın yayınlanıyor olması. Birçok dizi bitmemiş ya da sezon arası vermemiş olsaydı şu an ki ratinglere ulaşması mucize olurdu.. Koskoca bir ilk sezon tam 13 bölüm, ardından ikinci sezon onayı ve şu ana dek yayınlanmış 7 bölüm. Tam 20 bölümdür çok sığ bir konu işleniyor.

İlk defa şu an izlemekte olduğum 2. sezon 7. bölümde izleyiciyi şaşırtacak bir şekilde dizide bir ilerleme mevcut. Ben tabi ki bu işi bilenler kadar iyi yorumlayamam ancak bir izleyici olarak senaristleri eleştirmem elbette doğal bir davranış. Günümüzde birçok eser var kitaptan ekranlara taşınan. Mesela “The Vampire Diaries” ekibi L.J. Smith’in orijinal metnini başarıyla değiştirip ortaya bence L.J. Smith’in kitaplarından daha da iyi bir iş çıkarıyorlar. Under The Dome, Stephen King’e ait bir roman. Stephen King’in orijinal eserini değiştirmek elbette bir nevi saygısızlık sayılabilir ancak en azından “Sherlock Holmes” gibi ya da “The Walking Dead”in ilk sezonu gibi, mini bir diziye çevrilebilirdi. Ekranda bir şeyler olmasını beklemek için 20 bölümü içine alan yaklaşık 2 sene gibi bir zaman dilimine, izleyiciyi katlandırmak zorunda değillerdi.

Alcatraz, Dracula, Flash Forward, Camelot vb. birçok yapıt, çok fazla paralar harcanarak ilk sezonlarına kavuşan ve anında biten diziler. Yukarıda adını verdiğim 4 dizide drama yönünden şu an ki ekranlarda olan Under The Dome’dan eksik kalır bir yöne sahip değiller. Onların şanssızlıkları kış dönemi yayınlanmış olmaları ve istenen ratinge ulaşamamaları.

Amerikan TV endüstrisine son 10 yıldır hayranım. Biz izleyenleri unutulmaz, efsanevi eserlerle buluşturdular. Çoğu yapıt hayatımıza çok şey kattı, ders verdi, geçmiş güzel yılları anımsattı ve birçok duyguyu hissettirdiler. Henüz 2. sezon 7. bölümde güzel bir şeyler olmaya başlayan Under The Dome umarım Amerikan TV endüstrisinin yeni kurbanı olmaz. Eğer şimdiki gibi ilerlemeye devam ederse ve yayınlandığı kanaldan yeni sezon onayı alamazsa çok yazık olur.

Henüz diziye başlamamış olanlara önerim; eğer hatırı sayılır bir sabır sahibiyseniz diziyi izleyebilirsiniz. Zira 1. sezonun pilot bölümü haricinde tüm bölümlere katlanılabilirlik hissini sağlayan, ilk iki Twilight filminden hatırladığımız Rachelle Lefevre ve Mike Vogel’ın üstün oyunculuk performansları. Bunların dışında konu çok sığ bir şekilde ilerliyor. 2. sezon birazcık daha sabırla izleyiciyi keyif alabileceği ve heyecanlanabileceği noktalara getiriyor.

İyi seyirler..

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

8 Ağustos 2014 Cuma

AYRILIK VE YÜKSELİŞ

İnsan hayatında bazı anlar vardır; o anlar insanın bittiği, hiçbir şey hissetmediği, duyularının yok olduğu ve bu yok oluşların haftalar, aylar, belki de peşi sıra yıllar süreceği anlardır. Flört dediğimiz güzel duyguyu yaşamak; gençliğin özgürlük coşkusu, sevmek, öpmek, sevişmek, maddi ve manevi her şeyi paylaşmak, birlikte kahvaltı yapmak, beraber uyumak ve tatile çıkmak. Kısaca bütün bunları ve fazlasını yaşayarak, yıllara dayanan bir ilişkiyle hayata atılmak; her çift gibi o kıymetli mutluluğu, yani evliliği yaşamak Dünya’nın en özel duygusudur. Tabi az önce sıraladığım duyguları sonuna kadar yaşayarak paylaşan insanlar için. Bu insanların mutlulukları, ömürlerince kopmaz bir şekilde sürer. Birbirini seven evli çiftin, eşiyle kendisinin birer parçası olan çocuklarının ve bu değerlerle bahşedilen hayatlarının kıymetini bilen insanlar, son nefeslerine kadar sevgilerini ilk günkü gibi yaşarlar. Öne sürdüğüm bu hipotez, sadece kendi kurgumdan ibaret değil. Okuduğum tüm best seller’lar da veya izlediğim her ödül sahibi duygusal filmler de anlatılan konular, tüm insanlar için bu kuramın doğru olduğunu kanıtlamaz. Emin olmasaydım eğer, anne ve babası yıllardır ayrı olan bir birey olarak, bu yazıyı yazmaya yanaşmazdım sanırım. Ancak kitaplar ya da filmler değil benim bu sonuçtan emin olmamı sağlayan unsur. Bizzat çevremde görüp, örnek aldığım insanlar. Ne yazık ki, gerçek aşk gerçekten var. Daha da yazık ki, onun bir gün, yukarıda bahsettiğim tüm duygular yaşanmadan veya yaşanırken bitme olasılığı var.

Bu noktaya gelene kadar birinci kısmı başarıyla geçip, ikinci kısımda sonsuz hayal kırıklığına uğrayan insanlar vardır. Bu yazımda biraz onlar için hayatın ne ifade ettiğini, bu çıkmazın ne denli zarar verici olduğunu, bizzat tecrübelerimle yaşamış olarak betimlemeye çalışacağım.

Bazı insanların içinde, sevgiye ve gerçek aşk’a yönelik çok büyük bir güçlü his vardır. Bu bağ üzerine kurarlar hayatlarını, yaşamımda tam bu noktadayken tek düşüncem, sadece hak etmediğim bir son yaşadığım için çektiğim eziklik ve pişmanlık duygusu değil; o üstün, pırlanta gibi bir kalbe sahip olan hayatımın insanının gerçek kişiliğini kaybetmesinden ötürü bana vermiş olduğu evrensel  zarardı.

Gerçek aşk nedir? Tanımı yapılamaz, çünkü bunun için sayısız tanımlamalar ve güzellikler vardır. Her şeyin bir gün mutlaka bir yerlerde sonu olduğu ise, yeryüzünün değişmesi mümkün olmayan en temel gerçeklerinden biridir. Asıl kutsal olan gerçek aşk değildir. Çünkü zamanı gelince o zaten biter. Doğal sebeplerden dolayı bitmeyip, tek tarafın özgür iradesiyle aldığı karardan ötürü biterse ve karşı taraf güçlü bir acı çekip, bu acıdan kurtulmayı başarırsa, ayakta kalabilirse asıl kutsallığı yaşar. Gerçek aşkın kutsallığından daha da kutsal bir yaşam olayıdır bu. Hayatta bazı şeyler değişir ama insanların kötülüğü yaşar durur. Acısı hep içinizde bir yerde kalır ve unutamazsınız. Üstüne ileride daha da mutlu olursunuz belki, ama geçmiş hep içinizdedir. Duygusal yıkımların üstesinden gelebilirsiniz, ama yüz yüze yaşadığınız için onları unutamazsınız.

Sanat hayatımızın olmazsa olmazıdır. Aşk üzerine, sevgi üzerine, özlemek üzerine, hatta ölüm üzerine bile sanat yapılabilir. Tiyatro, sinema, şiir, anlatı, öykü, roman ve hatta şu anda okuduğunuz bu deneme gibi. Ayrılık ise hepsinden farklıdır. Çünkü bir yerlerde, bir parçanızın nefes aldığını bilirsiniz ve ona ulaşamazsınız. Bu ise sanat yapmak için son derece acı bir konudur. Ama senarist, besteci ya da yazar yapamaz. İçinde kapalı tutamaz. Psikolojik bir savaştan sağ çıkmaya çalışırlar. Senarist oturur sahneleyeceği oyunu yazar. Yazar oturur kitabını yazar. Besteci de şarkılarını yazar. O kadar can alıcı sözler ve diyaloglar yazarlar ki, hitap ettikleri kitle çok etkilenir. Günümüzde Dream Theater’dan John Petrucci’yi, ya da Anathema’dan Vincent Cavanagh’ı, bu tür sanatçı müzisyenlere örnek verebiliriz. Onların şarkılarını severek dinlerim her zaman. Müziği hayatları gibi benimseyerek dinleyen diğer fan.lar ise, onların bu çöküntüler sonrasında yaptıkları görsel ve işitsel şaheserleri, konserlerinde ve müzik sistemlerinde bayılarak dinleyip eşlik ederler. Ben John ve Vince’i çok iyi anlıyorum. Belki onların ki gibi değil yaşadıklarım ama onlar gibi, hayatımda ki bir çok şeyden vazgeçmeye hazırdım, duygusal mutluluğumun sürebilmesi için.

Sonuç olarak, yaşamınızı paylaşacağınıza inandığınız, her yönüyle sizin ikiziniz olan karşı cins, sizi terk ettiğinde, yaşamınıza kaldığınız yerden devam edebiliyorsanız şanslısınızdır. İnsanoğlunun bunu yapma gücü vardır. En kötü ihtimalle ‘’0’’ (yazıyla, sıfır) noktasındaysanız da; yani ayakta kalamıyorsunuz ama düşmüyorsunuz. O zaman bile şanslınızdır. En azından tam anlamıyla ayakta kalmak için mücadelenizi sürdürüyorsunuzdur ve bunun sonucunu olumlu yönde bir gün mutlaka görürsünüz. Ama düşüyorsanız, yaşamdan hiç zevk almıyorsanız, yaptığınız hiçbir şey eskisi gibi bir anlam ifade etmiyorsa ve bu süre uzun zamanları bulursa; o zaman başınız dertte demektir.

Ayrılık acısının benim için ifade ettiği, kalbime ve aklıma yansıttığı duyguları, hisleri tasvir etmeye çalıştım. Umarım içinde yaşadığımız Dünya’da hiçbir insanın başına bu gelmez. Son olarak, İsveç’li heavy metal grubu ‘’Hammerfall’’ un solisti Joacim Cans’tan özlü bir söz:

‘’Hayatta hiçbir şey sonsuza kadar dayanamaz, fakat yaptığımız hiçbir iş boşa değildir.’’



                                                                                                 OSMAN ÇELİK

                                                                           www.twitter.com/ocelik7

14 Haziran 2014 Cumartesi

MÜZİK VE METALLICA'NIN TÜRKİYE KONSERİ ÜZERİNE BİR DENEME YAZISI

Hayat her zaman bazı sonuçlar doğurur. Olabilecek kötü sonuçlar ya da iyi sonuçlar. Sevinç ya da üzüntü. Her türlü paradoks vardır hayatımızda. Hiçbir zaman sonu gelmez. Yaşam üzerinde sadece sevincin hüküm sürdüğü anları yaşamanın kıymetini bilmek gerek.

Dünya üzerinde gerçek duygularımızı ifade etme gücünü hiçbir zaman yakalayamayız. Ancak müzik; sanatsever çoğu insan için birçok şey ifade eder. Yaşadığınız hayatta sorun ya da mutluluk içeren her durumu içinizde aydınlatır ve rahatlamanızı sağlar. Notaların fark edilmeyen bir gücü vardır insanın zihninde. Hissetmeseniz bile yüreğinize işler çoğu zaman.

Hard Rock, Heavy Metal ve türevleri tarzında yer alan tüm müzik dallarına küçücük bir çocuk olduğum yıllardan bu yana gönül verdim. Benim için her zaman bana kendimi tanımlayan bir unsur oldu dinlediğim müzik. Ensturmanların gerçek anlamda hak ettiği yerde kullanıldıklarını düşündüğüm tek müzik türüdür ve gece gözlerimi kapayıp, kulaklıklarımı taktığım anda beni eşsiz bir huzura kavuşturur metal müziği. Çocukluğumdan bu yana bu hisleri hissetmek inanılmaz bir şey. Gençliğim, aşık olduğum, terk edildiğim, terk ettiğim, üzüldüğüm, sevindiğim ve buna benzer yaşadığım her kilometretaşında müziğin hayatımda oluşu beni soyut anlamda bir çok badireden kurtarmıştır. Her gün, yıllar yılı, walkman’den, discman’den, cd player’dan, mp3 player’dan, bilgisayardan ya da telefondan dinleyerek hayatımıza devam ettik. Sevdiğiniz bir grubun yeni çıkan her albümü, hayatınıza yoğun bir etki yaptı ve size yön verdi. Sizden kilometrelerce uzaklarda yaşayan o sanat insanlarını gözünüzde daha yetenekli ve daha saygıdeğer yapan tek olay ise sahnede 10.000’lerce insanın önünde canlı performanslarına tanık olmanızdır.

Hiçbir zaman sona ermeyecek bir sevinç; saat 17:00’de kapılar açıldıktan beş saat sonra onlar sahneye çıktıklarında başlar. O beş saat boyunca ayakta bekleyerek tüm enerjinizi harcarsınız. Ama onları gördükten sonra bütün bitkinliğiniz yok olur. Neşe, sevinç, mutluluk ve iyi hissetmeye dair hayatta ne olgu varsa hepsi bir araya gelir. Yüzünüzde oluşan tebessümü, etrafınıza nasıl göründüğünüzü kafanızda resmedemezsiniz, çünkü öncesine dair benzer bir his yaşamamışsınızdır. Bu efsanevilik hepsinden farklıdır. Yüzünüzdeki o gülümseme; ne aşık olduğunuz zamanki gülümsemenize ne de mezun olduğunuz andaki gülümsemenize benzer. O yapısal gücü tarif etmek çok zor benim için.

Tüm hayatım boyunca bu hisleri 2 kez yaşadım. 4.Mayıs.2007 Blind Guardian konseri ve 26.Temmuz.2013 Iron Maiden konserinde. Özellikle 2007’de ki konserin ardından 6 yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra böylesi büyülü anlara kavuşmak adeta yeniden doğduğum hissini vermişti bana.  Şimdi yaklaşık 1 yıl sonra Metallica ile aynı heyecanı yeniden yaşayacağım.

Iron Maiden ve Metallica, daha küçücük bir çocukken beni etkileyen ve Heavy Metal müziğini yaşamıma kazandıran iki büyük grup. Her iki toplulukta  ben doğmadan önce vardılar. Belki ben öldükten sonra yine var olacaklar ya da olmayacaklar. Çocukluğum boyunca en büyük hayallerim onları canlı izlemek, konserlerine gitmekti. Geçen yıl Iron Maiden’ı canlı izledim. Şimdi yaklaşık 1 yıl sonra Metallica’ya da kavuşuyorum ve tüm hayatımın en büyük amaçlarından biri daha gerçekleşmiş olacak eğer bir aksilik olmaz ise. 

                                        Lars Ulrich (Metallica) & Steve Haris (Iron Maiden)

Her iki grupta 50’li yaşlarını devirmek üzereler artık. Bu ayağımıza gelen son şans olabilir. Artık kariyerlerinin son basamaklarına geldiler ve Heavy Metal dünyasında yavaş yavaş bu sonları yaşamaya başlıyoruz. O yüzden 13.Temmuz.2014 Pazar gecesi, Türk rockerlar için efsanevi bir gece olarak hafızalara kazınacak.

Ülkemizde Heavy Metal müziğinin yapıtaşı olan Pentagram (Mezarkabul) grubunu 2. kez, Dünya’da Heavy Metal müziğinin yapıtaşlarından biri olan Metallica’yı da ilk kez izleme onuruna erişeceğim. Henüz 30 gün gibi hatırı sayılır bir süre olmasına rağmen, içimde git gide büyüyen heyecan, beni bu satırları yazmaya itti. Müziğin ve o sanatı ortaya koyan insanların yaşamıma kazandırdıkları değerlerden oluşan bir deneme yazısı aslında çok az kalır. Müzik için her gün farklı tanımlamalar ve tasvirler yapabilirim. Çünkü bana hissettirdikleri her gün farklı insanüstü duygulardır.

Aslında daha yazabileceğim çok şey var fakat sanırım onları 1 ay sonra ki Metallica konserinden sonra yazacağım. Tamamen hobi olarak yaptığım bu blog ve içindeki tüm yazılarım arasında en sevdiklerimden biri Iron Maiden konseriyle ilgili yazdıklarımdır.
1 ay sonraki konser için ve konserin ardından kendime geldikten sonra bu linktekine benzer anıların sadece hafızamda kalmayıp bu bloga dökülecek olmalarından dolayı son derece heyecanlıyım ve mutluyum..

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

22 Mayıs 2014 Perşembe

YILLARIN AKIP GİTMESİ.. SADECE SAYFALARDA.. BİR ŞARKI ÜZERİNE HERŞEY

Bir çok albüm kritiği, çoğu müzik topluluğuyla ilgili sayısız makale ve deneme yazılarım oldu. Hiçbir zaman tek bir müzik parçası için bir yazı yazabileceğimi düşünmemiştim. Belki de bu amacı edinmemin en önemli nedenlerinden biri, ilgili grubun benim bakış açımda çok da etkili bir geçmişe sahip olmamasıdır. Stratovarius bir dönem bütün kurucu üyelerinden yoksun kalıp bambaşka müzisyenlerle yola devam etti. Bir metal grubunda asla bu ruha inanmam. İsmi başka insanlar yaşatamaz. Dağıldılar ve yeniden birleştiler. Timo Tolkki’nin yaşadığı tüm şanssız sorunlara rağmen gruba yeniden dahil oluşu ve onları ayakta tutmaya çalışması saygıdeğer bir olaydı. Finlandiya gibi müzik endüstrisinde, dünya çapında sağlam bir yer edinmiş topraklardan çıkmış olsalar da yaşadıkları sorunlardan best seller kitap bile yayımlanabilecek bir grup Stratovarius. Power Metal türünde varolmaya çalıştılar. Grubun Episode (1996), Visions (1997) ve Destiny (1998) albümleri dışında kalan çalışmalarına çok ısınmak istesem de benim için bir anlam ifade etmemişlerdir. Şimdiye kadar 14 stüdyo albümü ve 1 konser albümü çıkardılar. Hatırı sayılır bir geçmişe sahipler. 90’lı yılların ikinci yarısında benim düşüncelerim doğrultusunda gerçekleştirmiş oldukları müzikal başarıya istinaden sonraki albümlerinde aynı seviyeye çıkamadılar. 98’de ki Destiny’den tam 15 yıl sonra çıkardıkları 14. stüdyo albümleri (şu an en son albümleri) Nemesis’ten “If The Story Is Over” parçalarının ilk dinlediğim andan itibaren beni büyülemiş olmasından dolayı bu yazıyı kaleme (klavyeye) almaya karar verdim.
        
Sözlerin her mısrası birer sanat eseri. Nefesinizi keserek izlediğiniz bir filmden duyabileceğiniz her repliğin güzelliğinin, soluksuz okuduğunuz bir kitabın her satırında sanat adına hissettiğiniz heyecanın, içinize işleyen, yüreğinizi titreten bir şiirin her mısrasının aynı şarkıda sözlerle karşınızda çıktığını düşünün. If The Story Is Over bende bu hisleri daha ilk dinlediğim anda, o sözleri ilk duyduğum anda hissettirdi. Fanı olduğumuz bir çok grubun albümlerini, defalarca dinledikten sonra alışıp sevdiğimiz zamanlarımız çoktur. Dream Theater ya da Iron Maiden’ın bazı parçaları haricinde bu hisleri yaşamamıştım. Stratovarius’un diğer gruplardan ayrılan en önemli yönü; çok iyi şarkı sözü yazarı olmaları. Bu adamlar benim gözümde bir Helloween ya da Hammerfall kadar iyi müzik yapmıyorlar. Ama şunu kesin olarak belirtebilirim ki; bence onlardan çok daha iyi sözleri var. Edebiyat ve tarihi sözleri grotesk bir düşünceyle o kadar iyi betimlemişler ki, günümüzde yaşadığımız herhangi bir olayla bağdaştırabilmemizi sağlamışlar şarkının sözlerinde;

         “I’ve seen the years turn into dust, now feel the rust in me
I’ve walked the shores of Avalon, I’ve seen the seasons change
         I’ve laughed and cried, I’ve lived and died, but only on the paged..”

         “Yılların yok olmasını izledim, şimdi ise aynısını içimde hissediyorum
         Avalon’un kıyılarında yürüdüm, mevsimlerin değişimini gördüm
         Güldüm ve ağladım, yaşadım ve öldüm, fakat sadece sayfalarda..”

         “I hope is not too late to learn tol ive and learn to love
         I yearn to fight, to turn the tide before the tender dark
         For I never drew the sword from Stone, there’s no Helen in my Troy..”

         “Umarım çok geç olmamıştır, yaşamayı ve sevmeyi öğrenmek için
         Karanlık çökmeden, şansımı döndürmek için savaşmak istiyorum
         Ama kılıcı kayadan çıkarabilmem için bir Helen yok Truvamda..”

Sound profesyonelce çalışılarak oluşturulmuş. Stratovarius, duygusal şarkılarında bile gitar partisyonlarında coşan, klavyesini bile adeta solo gitar gibi kullanan bir grup. Çoğu parçası güçlü power metal rifflerinden oluşur. Ancak If The Story Is Over’ın neredeyse 3/4’ü bir film müziği niteliğinde, hemen hemen şarkının tamamını İsveç’li klavyecileri Jens Johansonn götürüyor. Açılış ve devam eden notalar yukarıda söylediğim gibi etkili bir soundtrack tadında ilerliyor. Timo Kotipelto’nun metal müziğe bile çok fazla olan güzel sesiyle birleştiğinde, sadece power metal dinleyicisinin bile değil heavy metal’in tüm türevlerine ait dinleyici kesimin sevebileceği bir şarkı olduğunu düşünüyorum. Hatta Stratovarius’un If The Story Is Over ve/veya onun gibi parçalarını sevebilmek için bir metal müzik dinleyicisi olmanıza bile gerek yok. Yeryüzünde üretilen herhangi bir müzik türüne yakın olan bir dinleyicinin bile hoşlanabileceği güzel bir müzik rengi olan bir şarkı bu yaptıkları. Zaten gitarların yoğun olarak kullanılmaması ve bu şarkıya çektikleri klip (birazdan ona da değineceğim) biraz bu düşünce ile oluşturulmuş gibi geldi bana. Açıkçası çok soft bir şekilde klavyenin önderliğinde devam eden şarkıya gitarlarında aynı ölçüde eşlik etmesi harika olurdu. Ama bu orijinal haliyle de müthiş bir iş çıkarmışlar.

Şarkıya çekilen klipte çok başarılı. Sound için söylediğim sözlerle birbirini tamamlıyor düşüncelerimde. Klibi izlerken, bir film izlediğiniz hissini veriyor. Hayatının her döneminden kesitler gördüğümüz bir çocuk var. Küçüklüğünden, gençliğine ve yetişkin olduğu zamana kadar flash back ve flash forward sahneler içeriyor. Sözlerle çok uyumlu;

         “Come night, test my will, test my soul,
         Test my faith and test my heart, torn apart,
         Make me strong, make me whole again and
         Guide through the dark ‘til the morning comes..”

         “Gece gel, azmimi sına, ruhumu sına,
         Kaderimi ve kalbimi sına, parçalara böl,
         Güçlendir beni, yeniden bir bütün yap ve
         Karanlıkta rehberim ol, ta ki gün doğana kadar..”

Klipte ki flash back sahnelerinde bir çocuk olarak uykuya dalan birey, yukarıda yazmış olduğum son mısra da “until the morning comes..” yani “gün aydınlanana kadar” kısmı sözlerde söylendiği anda gözlerini uykudan yaşlanmış bir adam olarak açıp uyanıyor güne. İngilizce bilmeyen dinleyiciler, klibin konusunun tamamen Metallica’nın “The Unforgiven Part.2” klibinden araklandığını düşünebilirler. Kim bilir belki Stratovarius’ta bunu düşünerek yola çıkmıştır bu klibi çekerken. Ancak sözlerin muhteşemliği ve klibin şarkıyla uyumu bence en profesyonel şekilde tasvir edilip ekranlara taşınmış.

Yazımın başında Stratovarius’un müziği ile ilgili pek de iyi şeyler yazmamış olabilirim. Belki bir çok Stratovarius fanı bana kızmış olabilir. Fakat şunu söyleyerek bu yazıyı sonlandırmak istiyorum. 90’lı yıllarda ki efsane kadroları, Jörg Michael, Jens Johansonn, Timo Tolkki ve Timo Kotipelto; grup Finlandiya’lı olmasına rağmen ayrı ülkelerde yaşayan müzisyenlerdi. Amerika, Almanya ve Finlandiya’da yaşıyorlardı. Sadece albüm kayıt etmek için yılda bir kez birkaç haftalığına ve yine yılda bir iki sefer turneye çıkmak amacıyla bir araya geliyorlardı. Bir müzik grubu ayrı şehirlerde yaşayabilir ve başarılı olabilir. Ama ayrı ülkelerde yaşayıp ta başarılı olmak zordur. Birçok insana göre halen başarılılar. Ama bence o efsane kadro tüm enerjisini o üç albümde (Episode, Visions ve Destiny) harcadı ve ayrı ülkelerde yaşamaları da sonlarını getirdi. Stratovarius 2 kez dağıldı ve şu an da kurucu üyelerinden hiçbiri bu grupta yok. Bence Timo Kotipelto sayesinde ayakta duruyorlar. Onu da kaybederlerse eski günlerine yaklaşmak için çok daha uzağa düşerler. Stratovarius efsane bir gruptur. Ayrı ülkelerde yaşayan virtüöz müzisyenlerin çıkardığı üç müthiş albümleri ile Power Metal tarihinde saygın bir yer edinmişlerdir. Çocukluğumda dinlediğim o albümler tadında şarkıları şu an günümüzde de yapmaya başlamaları 90’lı yılları yeniden hissetmemi sağladı ve tek bir parçalarından bu yazı oluştu. Umarım bundan sonra çok daha iyi bir şekilde müzik yaşamlarına devam ederler.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

29 Nisan 2014 Salı

THE FOLLOWING: 2. SEZONUN ARDINDAN



Amerikan TV sektörü 2000’li yılların başından itibaren hızla büyümeye devam ediyor. “The Following” mükemmel kurgusu ve elde ettiği rating başarısıyla 3. sezon onayınıda aldı. 2. sezonun bitimiyle birlikte tekrar satırlara dökmek istediğim düşünceler oluştu. Ama öncesinde “The Following” ile ilgili yazdığım diğer yazılarımı da hatırlatmak isterim.

10.Şubat.2013’te ki ilk yazım:

1.Mayıs.2013’te ki ikinci yazım:

2005 ve 2009 yılları arasında yayınlanan Prison Break dizisi hayatımı değiştiren eserlerden biri olmuştu. 2005 yılında ki ilk sezon harikuladeydi ve bence Prison Break’in en iyi sezonuydu. Ayrı kişiliklere sahip birçok kötü insanın aynı şartlarda bir arada yaşamaya mecbur kalmaları ve aralarındaki dostluğun farkına varmaları, aynı amaç uğruna hayatlarında ki birçok şeyi paylaşmaları kesinlikle bir senaryo harikasıydı. 8 yıl boyunca Prison Break’in vermiş olduğu bu insanlık dersine istinaden başka hiçbir TV yapımında benzer öğeleri gözlemlemedim. Hiçbir dram, insanlar arasındaki sevgi ve saygıya yönelik unsurları Prison Break’te ki kadar başarılı bir şekilde ekranlara taşımamıştı.

2013’ün ilk yarısında yayınlanmaya başlayan The Following; 8 yıl önce Prison Break’te yaşamış olduğum insani değerlere hitap eden duyguları bana yeniden yaşattı. Bir grup insanın değil, birbirilerine zıt iki karakterin yaşadıkları serüven, kovalamaca efsaneviydi. Sayılı zamanlarda karşı karşıya gelmeleri ve aralarında geçen diyaloglar öğretici birer ders niteliğindeydiler. Biri FBI ajanı, diğeri suçlu şizofren bir katilin 2 sene boyunca toplam 30 bölüm süren macerasını izledik. İkisi de birbirlerine düşman ve öldürmeyi arzuluyorlar ama tüm zamanlar boyunca bir şeyler onları çekti ve kalplerinde birbirlerine karşı merhamet duyguları oluştu. Hiçbir şekilde kişiliklerinden ödün vermediler ama içten içe bir dostluk yaşadıkları ortadaydı ve The Following senaristleri bu duyguyu; günümüzde çok az insanın yaşayabileceği dinamikleri ajan Ryan Hardy ve katil Joe Carroll ile ekrana başarıyla taşıdılar.

Joe Carroll 2. sezon final bölümünde Ryan Hardy’ye “Bir elmanın iki yarısı gibiyiz.” diyor. Bizler zaten bunu hissetmiştik. The Following ile ilgili bir çok yazı okuyabilirsiniz ve eminim çok az eleştirmen benim değindiğim konuya değinmiştir. Çok uç ve ütopik duygular oluştursa da, benim The Following’te hayran olduğum tek nokta, ve bunca zaman boyunca izlemeyi bırakamamış olmamın tek nedeni; Joe Carroll ile Ryan Hardy arasında geçen konuşmalardır. Diziye yeni başlayacak olan herkese 2 sezon boyunca o sahnelere dikkat etmelerini öneriyorum. Hayata dair, aileye dair, insanlığa ve dostluğa dair birçok şey göreceksiniz. Yukarıda da söylediğim gibi hepsi ders niteliğinde replikler.

2 sezon boyunca Joe Carroll’ı canlandıran James Purefoy ve Ryan Hardy karakterine hayat veren Kevin Bacon mükemmel bir oyunculuk örneği gösteriyorlar. The Following’in onların kariyerine müthiş bir yön vereceği aşikar. Şimdiden 3. sezon için sabırsızlanıyorum.

OSMAN ÇELİK

www.twitter.com/ocelik7

10 Nisan 2014 Perşembe

BEING HUMAN'IN ARDINDAN



Bir mükemmeliyet daha sona erdi. Eşsiz replikleriyle her izlediğimde huzura teslim olduğum, son 4 yıldır hayatımın önemli bir parçası olan Being Human'da artık yok. “The Vampire Diaries” ve “Supernatural” den sonra doğaüstü dizilerin gerçek yaşamımıza adapte edilmiş halinin en önemli örneklerinden biriydi. Bir tarih yolculuğuydu, iyilik ve aşk dolu bir maceraydı. Ama herşeyden öte tertemiz, fedakarlıklarla ve özverilerle dolu bir arkadaşlığın en iyi hikayesiydi.

Günümüzde biz insanların ortaya koyamadığı dostluk değerlerini bize başarıyla aşılayan bir yapımdı Being Human. Bir vampirin, bir kurt adamın ve bir hayaletin normal bir insan gibi yaşayabilmeleri için gösterdikleri çaba aslında hepimizin içinde bulunduğu bir yaşam mücadelesi örneğiydi. Bu yüzden nefis kurgulanmış ve beni ekranda yeniden vampirizm temasına aşık eden bir eserdi. Bu diziyi izlememiş olan tüm arkadaşlarıma muhakkak öneriyorum. Mutlaka kendinizden ve günlük yaşamınızda karşılaştığınız değerlerden çok şeyler bulacaksınız ve her zaman yüzünüzde bir tebessüm oluşturacaktır.

Being Human projesi ilk olarak İngiliz BBC kanalının oluşturduğu başarılı bir yapımdı. İngiliz versiyonunu izlemedim ancak Amerikan SyFy kanalının BBC’den uyarladığı bu dizi; ana düşünce ele alındığında Londra’ da ya da Boston’ da geçiyor olması pek fark ettirmiyor. Orijinal İngiliz yapımını izlemediğim için BBC’nin dizisi hakkında yorumda bulunmayacağım. Amerikan yapımını izlemeye başladığımda 4 yıl boyunca takip etmeyi bırakmadığım, her bölümü yayınlandığında izlemeyi geciktirmediğim bir yapım oldu Being Human.

Öylesine içten duygularla tasvir edilip ekrana taşınmış bir yapım ki; arkadaşlık yıllarınızda, günlük hayatınızda ve aşk yaşamınızda her zaman zihninizde yankılanmış çeşitli sorular olmuştur. Tüm bunlara istinaden bir rehber ve yol gösterici cevaplar niteliğinde oluşabilecek her sonucu Being Human ile görebiliyorsunuz. İlk 3 sezon boyunca baş roller olan; vampir Aidan, kurt adam Josh ve hayalet Sally’nin bakış açılarından hayata dair ders niteliğinde düşünce replikleri insanı müthiş bir dünyanın içine sokuyor. Senaristler o kadar başarılılar ki; bir vampir, bir kurt adam ve bir hayaletin yapılarıyla doğaüstü sınıfında bulunmalarını, onların düşünceleri ile de pekiştirip, gerçekten çok farklı insan ötesi karakterlere bürünmelerini sağlamışlar ve kesinlikle işlerini en iyi şekilde yapıp o karakterleri ekrana taşımışlar. Ekrandan da, biz izleyenlerin yüreklerine, akıllarına taşıyıp, hayatlarımızı, başarılarımızı, başarısızlıklarımızı profesyonellikle sorgulamamızı sağlamışlar.


Being Human’ı izleyin. Bir şey kaybetmezsiniz. Tam aksine hayatınıza birçok şey katacağına eminim.

OSMAN ÇELİK
10.04.2014

27 Şubat 2014 Perşembe

ANADOLU EFES: BİR BASKETBOL TAKIMI OLABİLMEK



Türk basketbolunun kulüpler tarihinde en başarılı olmuş takımı olan Anadolu Efes (Efes Pilsen) geçtiğimiz sezonun sonundan itibaren büyük bir çöküş yaşamakta.

2012-13 sezonunun Euroleague play oflarında son 2 yılın Avrupa şampiyonu Olympiacos ile eşleşmiştik. Harika bir kadroya sahiptik ve şansımızı sonuna kadar kullanmıştık. Nasıl bir disiplinsizlik örneği olur bilemem, belki yargısını yapmak bana düşmez ancak 2-2’lik serinin son maçında Sasha Vujacic sadece bir röportajda kullandığı cümleler yüzünden takımdan kesildi. “Final Four görmek istiyorsak, coach Mahmudi’nin beni daha fazla oyunda tutması gerek.” Demişti Sasha. Sırf bu cümle yüzünden disiplinsiz olarak kabul gördü ve takımdan kesildi. Bu cümleyi kuran sporcu; Los Angeles Lakers’ta Kobe Bryant ile yan yana 2 NBA şampiyonluğu gören ve sadece daha çok oynamak istediğini dile getiren bir basketbolcuydu. Play off serisinin son maçında deplasmanda 15 sayı öndeyken çok efsanevi şeyler oldu. Farmar sakatlanıp oyunu terk etti, Savanovic 5 faul alıp oyun dışı kaldı. 3’lü skor opsiyonumuzdan biri olan Vujacic zaten 12 kişilik kadroya alınmadığından Final Four şansımız pufff diye avucumuzun içinden uçup gitti.

2013-14 sezonunda çok daha kısık bir bütçe ile yola çıktık. Başarılı bir takım kurabilme amacını belki de bu kadar kötü kullanabilen başka bir yönetim daha yoktur. Zoran Planinic geldi. Belki de Efes’in şimdiye kadar ki en verimli transferlerinden biriydi bu ama hiçbir şekilde doğru bir rotasyona sokulmadı. Zoran Planinic Tau Ceramica’yı İspanya ABC’de şampiyonluğa taşıyıp, Euroleague’de 2 sene üst üste Final Four oynatan bir oyun kurucuydu. Ardından gittiği CSKA Moskova’da Rusya şampiyonluğu ve Euroleague şampiyonluğu yaşadı. Ordan gittiği Khimki’de Eurocup şampiyonluğu yaşadı ve takımını Euroleague’e taşıdı. Tüm bunları yaparken 35 dk ortalama ile oynayan bir basketbol takımı beyniydi. Ona bu sezon Efes’te beyin olma şansı verilmedi. Dakikaları, adeta kariyerinin son yıllarına gelmiş bir sporcu gibi azalmıştı. Kısık bütçe ile yola çıkılırken, Amerika’dan getirilmiş 89 doğumlu ve daha ülkesinden ilk defa dışarı çıkan bir çocuk olan Scotty Hopson’a güvenildi. Şımarıklığı artık ne derece had safhalara ulaştı bilmiyorum ama o da displinsizliği gerekçesiyle takımda kesildi. Semih’in oyuna katkı anlamında hiçbir zaman girememesi, Barac ile paylaştığı dakikaların hakkaniyetsizliği bizi her daim dibe sürükleyen unsurlar oldu. Barac sakatlanıp takımdan uzaklaştığında tek başına daha da kötüye giden Semih takıma bir şeyler verebilmesi beklenirken hep daha da zarar verdi.

Tuncay Özilhan basketbolu seven bir yönetici. Şu aşamadan sonra yapılması gereken tek şey; hem teknik kadro anlamında hem de bireysel yetenekli oyunculardan ziyade takım oyununu geçmişte başarı ile oynamış oyuncuları bu takıma dahil ederek önümüzdeki sezonu/sezonları düşünmek için gerekli adımları atmaktır. Bütçe kısmaktan vazgeçip, gerekli yatırımı yaparak Efes’i Türk basketbolu ve Avrupa’da ait olduğu mertebeye geri koymak gerekmektedir. Bunu yapabilecek maddi güçler ve sponsor destekleri mevcut. Bu sene denenen sistem sadece Efes’e değil Türk basketboluna ciddi zarar vermiştir. Fenerbahçe Ülker takımı örnek alınmalı ve bu şekilde yola devam edilmelidir. Tuncay Özilhan’ın eskiden olduğu gibi gereken özveriyi göstereceğine inanıyorum. Eğer bunlar gerçekleşmezse; ne yazık ki bir zamanların Cibona Zagreb’i gibi, Kızılyıldız’ı gibi başarılı yıllar geçirdikten sonra bir daha asla gün yüzüne çıkamayan ve hep diplerde gezinen bir takımdan başka bir şey kalmayacak geriye..

OSMAN ÇELİK
27.02.2014

www.twitter.com/ocelik7

GÖZÜ YAŞLI BİR VALS

Rüstem tek başına sürdürdüğü basit hayatını, her zaman sevdiği şeyleri yapmak için yaşayan sıradan bir insan olarak geçirmeye devam ediyordu...