24 Ağustos 2015 Pazartesi

TEK BİR VAZGEÇİŞ


Bir sevgilim vardı… Çok güzeldi… Geçmişte aşk adına yaşadığım tüm olumsuzlukların bir mükafatı gibi girmişti hayatıma. Onun yanındayken gökyüzü hiç olmadığı kadar mavi görünüyordu. Güneşin böylesine ışıl ışıl olduğunun farkına varmamıştım hiç sanki. Akşam güneşi, sahilde uzun romantik yürüyüşler ve yorulduğumuzda bir cafede oturup bir şeyler içtiğimiz anlar, hepsi o kadar anlamlıydı ki; tüm bu anları yaşıyor olmak olağanüstüydü. Bu anların her biri, dünya üzerinde yapılan hiçbir duygusal filmde bile kendi yaşadıklarımdan daha güçlü duygular hissettiremeyecek cinsten efsanevi anlardı benim için. İlk defa benden daha çok kitap okuyan, kitaplara ve sanata benden daha çok bağlı olan bir sevdiğim vardı. Yeryüzünde hiç kimsenin beni ondan daha iyi anlayabildiğini düşünemezdim. Bir gün yine birlikte güneşi uğurladığımız bir akşam oturduğumuz cafe de birden Elevener’ın “Her Eyes” parçası çalmaya başladı. O an dakikalarca karşılıklı tebessümle birbirimize baktık. Hayatımda her şeyin açık ve huzurlu bir çerçevede ilerlediğini hissetmiştim. Daha önce hiç yaşamadığım benzersiz bir huzurdu o parçanın çalmaya başladığı an.

Mevsimler her biri bir öncekinden daha güzel hissettirecek şekilde ilerliyordu. Hamile kaldı. Bir bebeğimiz olacaktı. Zaman çok hızlı geçti. Hastanedeydim, kız arkadaşım doğuma girmişti, yüzüm titriyordu. Gözyaşlarım siliniyordu sanki kendi kendine. Yeni doğan küçücük bir bebek, canlarımızın bir parçası. Dayanamayıp hüngür hüngür ağlamıştım. Kardeşimde yanımdaydı. Bebeğimizi kucağıma aldım. Öylesine dokunaklı bir an ki, bunun tarifini yapamam. Hayatın bize getirdiği en güzel hediye karşısında annesi de bende dayanamadık ve gözyaşlarımız boşaldı.
  
İkisinin de yanında olduğum her an, bir nefes alıp verişleri bile dünya üzerinde ki her şeyden daha kıymetli bir hazine. İkisinde de kendi yansımamı görüyorum. Baba olmanın verdiği sevinç hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Yeniden doğmak gibi, yepyeni bir hayata atılan küçük masum adımları korumak, ona sahip çıkmak ve her gün gözlerinin önünde büyümesini izlemek. Bebeğimin ve annesinin yanında olabildiğim her dakika bir cennet gibi.

Melek annemize daha soyadımı bile veremeden hayat onu ve bebeğimizi elimden aldı. Her gün mezarlarına ağlıyorum. Bazen mezarlarının yanından ayrılamıyorum bile. Onlardan uzaklaştığım her saniye cehennemde yandığımı hissediyorum. Böyle bir acı olamaz. Yaşamaya devam edemiyorum. Devam etmek zorunda olduğumu biliyorum. Sadece bende bir ölü gibiyim.

Bir gün bende gerçekten öleceğim. Tek dileğim umarım o gün yakındır. Çünkü onlar olmadan zaten yaşamıyorum. Gözlerimden akan yaşlar durmadı hiç, bebeğimin kokusunun ve sevgilimin nur yüzünün gözlerimin önünden gitmediği tek bir gün bile yok. Tüm o anları yaşadım. Bir insanın yeryüzünde cennet anlarını yaşamasının ne demek olduğunu gördüm onlarla. İstediğim tek bir şey var; bir an önce onların yanına gidebilmek, onları yeniden görebilmek, onlara yeniden sarılabilmek.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

15 Temmuz 2015 Çarşamba

KONTROL EDİLEMEYEN AMA DAYANILIR OLANLAR

“İnsan varoluşu evrimsel yasalara bağlıdır.”
CHARLES DARWIN

Yaklaşık 2 yıldır bir parçam olan bu blog ve sosyal medya da yazdığım her yazı; geçmişe yönelik ya da geleceğe dair her şey adına bazen kocaman bir saçmalıktan ibaretmiş gibi geliyor. Güne olan inancım, hayata olan inancıma tutunma çabası içinde. İnsan yaşadığı hayatta elbet sorunlarla karşılaşır, ama o sorunlar tek olmalarına rağmen birer metafor olarak kendi kendilerini çoğaltıyorsa o kişinin Murphy Kanunları’nı bile kıskandıracak bir yaşamı var demektir.

İçinde bulunduğum iş yaşamı çok hızlı ve uzun uzadıya mesai saatleri içeren, tabiri caizse gün be gün beni tüketen ve mezarıma daha çok yaklaştırdığını hissettiğim bir iş hayatı. Nefes aldığım ve sağlıklı olduğum sürece faturalarını ödeyen her normal insan gibi çalışmalıyım. Normal bir insan, gece yarılarına kadar süren bu uzun çalışma saatlerinin ardından dinlenmekten başka hiçbir şey yapmaz. Yaşlandığımı hissetsem de ben yine de beni mutlu eden şeyleri yapmaktan vazgeçmiyorum. Sevdiğim grupların konserine gitmek, o konserlerin bilet ve uçak yolculuğu masrafları bir araya geldiğinde bir sonraki ayı tamamen her şeyinden kısarak geçirmek, üstelik bütün bir haftanın yorgunluğunun ardından izin gününü havaalanlarında bekleyerek daha da yorucu bir hale sokmak. Bunlar gücüm yettiği sürece yapacağım şeyler. Yine de birçok şeye vakit ayıramadığımı hissediyorum. Günlük yaşantı esnasında birçok insanın tamahkarlıklarıyla yüz yüze kalmak, yaptığınız fedakarlıkların aslında hiçbir anlam taşımıyor olması, bu ve bunun gibi listeleyebileceğim birçok şey beni gerçekten bu hayatı sorgular bir hale getiriyor.

Anthrax'ten Joey Belladonna ve ben.

Ne kadar bu hayatı sorgulasam da okumadan duramıyorum. Bu hayattan göçüp gidene kadar öğreneceğim çok şey var ve ne yazık ki ölene kadar öğrendiklerimin ardından öğrenmeye vakit bulamayacağım çok şey de var. Darwin’in Evrim Teorisi kuramları mantıklı verilerden oluşan bilimsel gerçeklere dayanıyor. Darwin’in araştırmaları, atılımcı görüşleri ve sentezleri önünde çoğu insan farkında bile olmadan onun Evrim Teorisi’ne göre yaşamlarını sürdürüyorlar. Ben bu düzen de yer almadığımı hissediyorum. Bu bir sanrı ve ya bu yazıyı güzel bir hale getirmem için içimde beliren basit bir his değil. Buna gerçekten inanıyorum.

Dubioza Kolektiv ve ben.

Birçok müzik türünü dinlerim ama Heavy Metal müziği bana en çok yakın olan, kendimi anladığım, benliğimin farkına vardığım bir müzik türü. Günümüzde birçok insana göre kuru gürültü olan bu müziği, tüm o gitar rifflerini, haykıran vokalleri, sert bass ve davulları dinlediğim her an adeta okyanusun dibinde yavaş yavaş bir yürüyüş yapıyormuşum gibi huzurlu hissettiriyor.

Hayatta şanslı olduğum en önemli noktalardan biri; çok sevdiğim bu müziği yapan dünyaca ünlü Rock yıldızlarıyla tanışabilme olanağını sağlayabilecek birkaç insanın çok yakın arkadaşım olmaları. Ülkemizde organizasyon işindeki en önemli insanlar Erdem Çapar, Gökhan Oraydın ve Headbang dergisinin müzik yazarı sevgili Erdem Tatar, hiçbir zaman haklarını ödeyemeyeceğim müzik adamları. Onların dostluğu sayesinde dünyaca ünlü rock yıldızları ile tanışabilme lüksümü sonuna kadar kullandım. Blind Guardian’dan Andre Olbrich ve Hansi Kürsch ile 20 dk. sohbet ettim ve 8 yıl sonra o günü onlara yeniden hatırlattım. Hayatımın en güzel reunion’ı bu andı. Anthrax’ın solisti Joey Belladonna ile çekildiğim bir fotoğrafı beğenmeyince ona “Üzgünüm bu fotoğraf olmamış, bir daha lütfen” dedim “Üzülme” diye cevap verdi ve sonrasında telefonumu alıp resme baktı, bana dönüp kocaman bir gülümsemeyle “Bu olmuş mu?” diye sordu. Richie Kotzen’le, Asaf Avidan’la, Dubioza Kolektiv’le ve Mekong Delta ile konserleri sonrasında müthiş eğlenceli sohbetler ettik. Dubioza Kolektiv şehirden ayrılmak üzereydi ve vokalistleri Adis vedalaşırken sıradan bir insan gibi elimi sıkmak yerine beni kucakladı. O andan sonra Bosna Hersek’i daha çok sevdiğimi hissettim hatta 2014 Dünya Kupası’nda Bosna Hersek milli takımını desteklemiştim. Dubioza Kolektiv konseri sonrası müzisyenlerle geçirdiğim sohbet dakikaları inanılmazdı. Bass gitaristleri Vedran o gece beni Instagram’da takip etmeye başladı ve halen resimlerimi beğeniyor bu inanılmaz bir şey. Mekong Delta solisti Martin Lemar ve bateristi Alex Landenburg (Şarkı sözleri ve müzikleriyle hayatıma dokunan birçok grupta çaldı; Annihilator, Stratovarius, şu an Rhapsody) ile konserden sonra öyle bir muhabbet ettik ki; konular PTT 1. Ligdeki futbol takımlarımıza kadar gitti. O geceden sonra ikisi de beni şahsi Facebook hesaplarından arkadaş olarak eklediler. Martin birçok fotoğrafıma yorum yaptı.

Rhapsody’den Alex Landenburg ve ben.

Bir önceki uzun paragrafta anlattığım, yaşadığım her şey; 32 yıllık yaşamın en güzel anıları. Bu müthiş anlar ve onlarla tanışabilme şansı yakalayacak bağlantılarım olmasa; bugün hayatta çok daha farklı yerlerde olacağımı düşünüyorum. Daha başarısız, daha içe kapanık, daha mutsuz bir halde. 32 yıllık bir hayatta, yukarıda ki paragrafta anlattığım, anlatırken tüylerim diken diken tekrar yaşadığım bu eşsiz hatıralar belki de bir elin parmaklarıyla sayılabilecek kadar az anıları içeriyor. Ancak zihnimde ve kalbimde hitap ettikleri evrensel güç hiçbir şeyle kıyaslanamaz.

Bunun gibi benzer anları tekrar ve tekrar yaşayabilmek için bu hayatın tüm olumsuzluklarına katlanılabilirmiş gibi hissediyorum. Yazımın başında betimlemeye çalıştığım depresiflik ve Darwin’in Evrim Teorisi’ni kendi içimde reddedişim bu anlar dışında süregelen hayatımdır.

30 dakika kadar önce Rhapsody’nin bateristi Alex Landenburg, kedim Çöl’ün bir resmini beğendi. Bununla birlikte yüzümde oluşan tebessüm bende bu yazıyı yazma isteği uyandırdı.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

16 Mayıs 2015 Cumartesi

KARANLIKLAR ÜLKESİNİN KRALİÇESİ

Hayallerinin efsanevi olduğuna inanan herkese,



“Sadece nefesini dinlemek için uyanık kalabilirdim. Uyurken gülümseyişini görebilmek için, sen çok uzaklarda rüyalar görürken. Tüm hayatımı bu tatlı teslim oluşta geçirebilirdim. Seninle geçirdiğim her an, benim en kıymetli hazinemdir…”
AEROSMITH – “I Don’t Wanna Miss A Thing” parçasının giriş sözleri (1997)

Daha önce hiç gitmediğim bir yerdeydim. Hava kararmak üzere, karanlığın çökmeye başladığı bir anda, bir ormanın içinde olduğumu fark ettim. Aslında doğayı çok sevmeme rağmen bu ormandan hiç hoşlanmamıştım. Çok fazla ağaç vardı, bakımsız ve çürük ağaçlar, sanki yangın enkazından kalma bir orman. Etraf yeşillik dolu ama, ağaçlar tamamen karanlık, gece olmadan bile kapkara, huzursuzluk hissi veren bir görünüm. En kötüsü; hangi yöne yürürsem yürüyeyim, yüzlerce metre sonunda bile değişik bir alan göremiyor olmam. Sanki bir Karanlık Ülke. Karanlıklar Ülkesi; nereye gidersen git aynı yerdesin, bir çıkış yok.

Aklımı yitirmek üzereydim. Düşündüm ve kendime sordum, neden buradaydım, buraya nasıl geldim? Yaprakların sessizlikte çıkardığı hışırtıların hissedilmemesini sağlayacak bir ses duydum. Birkaç yırtıcı puhu kuşu ya da baykuşların ‘’puuu…’’ diye çıkardıkları tüyler ürperten ses, ani bir şok etkisiyle kendime gelmemi sağladı. Bir an önce bu kasvetli ormandan uzaklaşıp yolu bulmalıydım. Bildiğim bir yol ve güvende hissedeceğim bir yer aramak için tekrar yürümeye başladım. Attığım adımlardan dolayı zeminden çıkan yürüme sesi bile beni ürkütüyordu. Bilincim tamamen yerindeydi, ilerliyordum ama tanıdık bir yer, ya da tanıdık bir yol göremiyordum önümde. İyice korkmaya başladığımı hissettim.

Adrenalini tüm vücudumda hissetmeye başladığım o anda korku dolu bir mucize oldu. Önümde uzanan karanlık ormanda tanıdık bir yol ya da herhangi bir insanı bulmaya çalışıyordum. Tam o esnada birkaç metre kadar ötemde beyazlar içinde bir kadın gördüm. Gözlerimin içine bakıyordu. Beyaz uzun bir hırka ve beyaz pantolon giymişti. Saçları simsiyahtı ve bana gülümsüyordu. Şimdiye kadar hayatımda gördüğüm en güzel kadındı. Çok ilginç ve aynı zamanda çok korkunç bir şey daha gördüm. İki elini de 5-6 yaşlarında, küçük bir kızın omuzlarına koymuş bir şekilde beni izliyordu. Dikkatimi küçük kıza verdim. Küçük çocuk ağlıyordu. Yorgun bir görüntüsü vardı, sanki kadın ona zarar verecekmiş gibi korkarak sesli sessiz karışık bir şekilde ağlıyordu. İkisine de birkaç saniyelik bakıştan sonra kadın tatlı bir zorlamayla küçük kızı alıp sağına doğru çekiştirerek ağaçların arasında yürümeye başladı. Şok olmuştum, küçük kızın yardıma ihtiyacı varmış gibi bir hali vardı. Kıza ulaşmak için hareket etmek istedim, ama yapamadım. Adeta, ayaklarım toprağa yapışmıştı. Hareket edemiyordum, kaskatı kesilmiştim. Tüm o yaprakların rüzgarla hışırtısı ve o korkunç puhu kuşlarının ulumaları arasında, beyazlar içindeki simsiyah saçlı güzel kadın adım adım benden uzaklaştı. Hiçbir şey yapamadım, hareketsizdim, bir şey beni ayaklarımdan toprağa bağlamıştı. Yaprak hışırtıları, rüzgar sesi, Puhu kuşlarının ulumaları, beyazlar içindeki evrenin en güzel kadınının adımları ve onunla birlikte sessizce uzaklaşan küçük kız. Rüzgarın ve baykuşların oluşturduğu huzursuz sesler korosu devam ederken, erozyonu hissettim. Ayağım toprağa yapışık şekilde yer kayıyordu, ağaçlar devriliyordu, üstüme gelen dallar beni sürüklerken, tüm vücudumu çiziyordu ve canım yanıyordu, acı çekiyordum…
        
Birden gözlerimi açtım, etraf kapkaranlıktı, başım yastıktaydı. Başucumdaki cep telefonumun tuş kilidini açarak saatin kaç olduğuna baktım. Saat sabahın 03:30’uydu. Tanrıya şükürler olsun bir rüyaydı. Ama oldukça gerçekçi bir kabustu. Her yönü ile bir kabus olsa bile bana çok şey katmıştı. Beyazlar içindeki kadının gözlerinde aşkı görmüştüm. Hem de aşkı bir insana asla hissettirmeyecek olan bir yerde, karanlıklar içinde ıssız ve terk edilmiş bir ormanda, hem de psikopat olma ihtimali çok yüksek bir görünüme sahipken, yanında ki çocuğa zarar verip vermeyeceğini bilmediğim halde o kadının gözleri ve duruşu beni sonunu hiç düşünmediğim bir hayranlığa sürüklemişti. Rüyamda ilk defa gördüğüm bu insan ötesi güzelliği aradım. Mutlaka bir şekilde hayatıma giren insanlardan biri olmalıydı. Bir şekilde onu görmüş olmalıydım. Çünkü araştırdım. İnsanlar rüyasında hiçbir zaman tanımadıkları birini görmezlermiş. Bir şekilde 1 saniyeliğine bile gördükleri kişiler konuk olurmuş rüyalara. Hafızamı ne kadar zorlasam da Karanlıklar Ülkesi’nin Kraliçesi’nin gerçek hayatta kim olduğunu bulamadım. Tüm umudumu yitirmiştim. Rüyamda onu tekrar görebilmek için kendimi zorladım ama olmadı. Hiç görmediğim birini arıyordum…

Guns’n Roses’ın Don’t Cry şarkısı çalıyordu earpodlarımda. “Üzerinde bir cennet var bebeğim..” sözleriyle uyuyakaldığım bir gece.. Başarmıştım.. Onu yine gördüm. Sırtı dönük duruyordu önümde ve yanındaki o küçük kız yoktu. Aynı kıyafetler ve aynı siyah saçlar. Bu sefer bir merdivenin başındaydık, sanki bir astral seyahat gibi rüyam o kadar gerçekçiydi ki şaşırmıştım. Merdivenin yanındaki demir parmaklıkları tuttum, dökülen boyasını ve soğukluğunu hissettim. Bu gerçekti. Hava yine alacakaranlık ve kararmak üzereydi. Bir kabus olmasından korktum. Yüzünü bana döndüğünde başka birini görmek gibi. Ama öyle olmadı. Bana döndü ve mükemmel gülümsemesiyle alacakaranlığı aydınlattı. Öylesine heyecanlanmıştım ki konuşamadım. Yaklaşmak istedim. Eliyle dur şeklinde bir işaret yaptı.

“Yaklaşma.. Eğer yaklaşırsan bozulabilir..”

Sonsuza kadar bıkmadan seyredebileceğim bir melek yüz ve tüm yaşamım boyunca bıkmadan dinleyebileceğim ipeksi bir ses. Konuşmaya devam etti.

“Bunun bir rüya olduğunu biliyorsun. Bilinçaltında beni görmek istiyorsun. Bu senin inandığın gerçeklik. Şu an yanındayım ama kısa bir süre sonra gitmem gerek. İyi olmak zorundasın.”

Lütfen gitme yanımda kal.”

“Bunu yapamam.”

“Yüreğimde, aklımda, en gizli ve en umutsuz şekilde arzuladığım varlıksın.”

“Kendi kaderini kendin belirlemelisin.”

Son kez gülümseyişini gösterdi. Hava iyice kararmıştı. Yavaş yavaş uzaklaştı. O gidince hemen uyandım. İki gözümde de yaş vardı. Yatağımın üzerinde oturup dualar ettim. Bu yaşadığım nasıl bir delilikse ondan kurtulmak için.

Günler her zaman ki rutinliğiyle anlamsızca geçiyordu. Bazı anlar hayallerimin bana ne kadar zarar verdiklerini hissediyordum. Özlemlerime odaklandıkları ve seçim şansı tanımadıkları anlarda oluyordu bütün bunlar. Bütün yalnızlığınla hayatını sürdürmek zorunda olduğunu hissettiğin o anlar. Nereye gidersen git, kurtulamadığın acılar topluluğu. Yaşamak için ihtiyacımız olan gerçek duygu; birinin gerçekten bizi sevmesidir. Peki hiçbir zaman görmediğiniz ve gerçek hayatta karşılaşmadığınız birini bulmaya çalışmak, düşlerinizin arasından bir insan formuna bürünüp hayatınıza girmesini  beklemek nasıl bir çaresizliktir? Bu sorunun yanıtını bilmiyorum ancak istemediğim bir şekilde ait olduğum bir hayatım var. Bildiğim gerçeklikse; ne yazık ki onu yaşamak zorundayım.

OSMAN ÇELİK

www.twitter.com/ocelik7

22 Şubat 2015 Pazar

GELECEĞE DÖNÜŞ VE DOSTLUK

Hayatımızda en önemli anlarımızı paylaştığımız dostlarımızın olması, yaptığımız fedakarlıklar, bizim için yapılan fedakarlıklar ve hayatımız boyunca bu iyi hissettiren düşünceler topluluğunun sürmesi, bizleri bir insan olarak yaşama bağlayan yegane mutlulukların başında gelir. Dostlarımızda bizim bir ailemizdir, hayata dair yansımalarımızdır.


Sanatsal konular ve eserler üzerinde, kendimizi ve dostlarımızı örnek gösterdiğimiz birçok yapıt vardır hayatımızda. Mesela South Park’tan Stan ve Kyle gibi ya da Yüzüklerin Efendisi’nde Sam ve Frodo gibi. Bu liste uzayıp gidebilir. Uzun lafın kısası hayatımıza etki eden, mutlaka kendimizden birşeyler gördüğümüz birçok sanat eseriyle karşılaşmışızdır. Şahsi kanaatimce; beyaz perde de bu dostluğu en iyi simgeleyen ve ayrıca mantık olarak yapılmış (yani sadece bilim-kurgu, macera veya gizem olarak ta nitelendirmiyorum) en iyi filmlerden biri “Geleceğe Dönüş” üçlemesidir. Marty McFly ve Dr. Emmett Brown rollerine hayat veren aktörler, Michael J. Fox ve Christopher Lloyd’un ekrana taşıdıkları müthiş oyunculuklar bu karakterlerin ne derece sıkı kurulan bir dostluk örneği olduğunu kanıtlar.



Zamanda yolculuk gibi insanüstü bir yaşam formunda süregelen olaylar beyaz perdede bu iki insanın kurdukları dostluğa hayran bıraktırmıştır biz izleyenleri. 1985’te ki ilk yolculukta, çocukluğumuzun ya da gençliğimizin en güzel dönemlerinde 50’li yılların ABD’sinin kült gençlik ve aile yaşam tarzını gözlerimizin önüne sermişti yönetmen Robert Zemeckis. Geleceğe Dönüş’ün ilk filmini izlediğim her vakit bende 1955 yılına seyahat etmişim gibi hissediyorum. Bu efsanevi büyüyü yaşatan ender yapıtlardan biridir benim için Geleceğe Dönüş. Bu yazıyı yazmamdaki asıl amaç ise şu andan itibaren günümüzden 30 yıl önce bugünlerin tasvir edilmesidir. 1989 yılında çekilen ikinci filmin geçmiş zamanın yanı sıra ileri bir geleceğe adım atılan ve izleyiciye mükemmel bir şekilde bunu aktarabilen çok başarılı bir yapıt olmasıdır. Marty ve Doktor 1985’ten 2015’e seyahat ederler. 2015’te o zaman ekrana taşındığı gibi uçan arabalar, minicik pizzaları orijinal boyutuna çeviren mikrodalgalar, özel kurulama sistemi olan elektronik montlar ve Nike’ın bu film için tasarladığı o mükemmel ayakkabı şu an ki yaşamımızda var olmasalar da bizleri o büyüye efsanevi bir şekilde kaptırmayı başaran bir yapıttır “Geleceğe Dönüş 2”. Üçlemenin tamamı efsanedir ve sizleri müthiş bir zaman yolculuğuna çıkarır. Son filmde 1885 yılında ABD’nin vahşi batısını da görürüz. Mevcut bilim ve teknoloji kapsamında müthiş bir macerayı gözler önüne serer usta yönetmen Zemeckis.

Tüm bu şairane zaman yolculuğunu izlediğimiz esnada; belki de yaşamımız boyunca gerçekleştiremeyeceğimiz güzellikteki insanlık tarihine ışık tutan bu seyahatleri ve akıl almaz macerayı, olduğundan daha mükemmel kılan ve üçlemede işlenen en önemli konu Marty McFly ve Dr. Brown’ın dostluklarıdır. Bu üçlemeyi her ne kadar kimsenin izlememiş olduğunu düşünmesem de yine de spoiler vermeden ilerlemek istiyorum. Marty ve Doktor’un, gelecekteki ve geçmişteki kendilerine ait arkadaşlıklarının yok olmaması için birbirleri için yapmış oldukları hayati fedakarlıkları izlerken yaşamınız boyunca hiçbir filmde hissetmediğiniz sevgi, özveri ve sadakat dolu gerçek dostluk duygularını yaşayacaksınız.


2003 yılında Michael J. Fox kendi otobiyografisini kaleme aldı. Yukarıdaki resimde de gördüğünüz gibi 2004 yılında bu kitabı Ankara’dan Kızılay’da ki meşhur Dost Kitabevi’nden satın almıştım. Michael J. Fox “Şanslı Adam” adını verdiği kitabında, Parkinson hastalığına yakalanışını ve ailesiyle birlikte bu hastalığı kabullenişini dökmüştü kitap sayfalarına. Çocukları ve eşi Tracy’den aldığı desteğiyle cesaret içinde bu hastalığa karşı verdiği mücadeleyi okumak eşsiz bir deneyim olmuştu benim için. Bir film yıldızı olmadan önceki yaşantısında Kanada’dan ABD’ye uzanan hikayesinide okurken tüm o yılları hissettirmeyi başarmıştı bana. Geleceğe Dönüş ve birçok filminin setlerinden hatıraları ise bambaşka bir yönüyle tüm o dostlukları yakından gözlemleme şansını vermişti. Bu kitap kütüphanemdeki en kıymetli kitaplarımın arasında duruyor. Sizlerinde bir şekilde bulup okumanızı öneririm.

90’lı yıllarda küçük bir çocukken hayatıma giren “Geleceğe Dönüş” üçlemesi, 32 yaşında bir adamken bile halen o ilk zamanlardaki çocuksu heyecanını yaşatmayı başarıyor zihnimde. Bu filmleri izlediğim her vakit, benim için efsane olmuş her sahnesinde, yüzümde oluşan tebessümün tarifini yapamam, bunu anlatmaya çalıştığım her dakika bu yazı daha da uzayıp gider. Benim ve benim gibi bir çok fan.ın hayatında önemli bir yeri olduğuna inandığım Geleceğe Dönüş üçlemesi ile yazmış olduğum bu yazı blogumdaki 33. yazım. Ayrıca 2015’te yazdığım ilk yazı olduğu için de benim için çok anlamlı. 90’lı yıllarda her izlediğimizde 2015’in nasıl olacağını hayal ederdik. Şimdi 2015’teyiz. Geleceğe Dönüş ve onun gibi birçok esere tanıklık etmiş bir neslin mensubu olduğum için çok mutluyum. Dilerim hepimizin hayatında Marty McFly ve Doktor Emmett Brown gibi dostlarımız vardır ve ömürlerimiz süresince de varolurlar.

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7


2 Aralık 2014 Salı

SEVGİNİN DENGESİ

Ruhsuzluğun tek simgesi, günlük yaşantımıza daimi bir şekilde başka birini kattığımızda hissettiğimiz rahatsızlık duygusudur. O öyle bir rahatsızlıktır ki; hiçbir şeye benzemez. Tek gerçekliği adına sadece ilişki denmesidir. İçten içe kendinizi huzursuz hissettiğiniz sürece, bir adım atmaya çalışsanız dahi başarılı olamazsınız. Sevgi dengeleri değişiklik gösterir. Sizin onu sevdiğinizden sizi daha çok seven partneriniz, neden var olan sevginizi daha da köreltmeye yönelik davranışlarda bulunur ki? Benim hiçbir zaman anlam veremediğim nokta bu olmuştur. Sizi değiştirmeye çalıştıkça uzaklaşmanız daha kolay, kaçınılmayacak son ise onun için çok daha zor olacaktır.

Aslında hayat öyle dengesiz ki; sadece sevginin gücünü orantılamamız doğru olmaz. Tüm yaşamım boyunca vazgeçilmez bir bütünlüğüm oldu bu sevgi dengesi. Her birlikteliğimde ya çok sevip aynı şekilde sevilmedim ya da çok sevildim ve aynı şekilde sevmedim. Kişilerin her türlü his yoğunluğu farklılık gösterir ama şunu keşfettim; her türlü bu dengesizlik bir son yaratıyor ve bu son hep mutsuz bir son oluyor. Bıraktığı acı izleri ise son derece yıkıcı ve uzun sürebiliyor. Yani hiçbir iyi tarafı yok.

Aşk’tan o kelebeklerin karnınızda uçuştuklarını hissettiğiniz anlar olur. O anlar sürer. Hayatın en kötü oyunu ise, ruhunuza dokunan bütün o duygusal şarkıların ya da okuduğunuz her duygusal metnin size hissettirdiği o nefis romantizmin, aslında hiç hak etmeyen birisine karşı içinizde oluşmasıdır. Bir gün bunu fark edersiniz ve yine de iyimser tutumunuzdan vazgeçmeyip bu sevgiyi yaşatmaya çalışırsınız. Bu sizin büyük bir insan olduğunuzun değil, tam aksine duygusal ölüme yürüyen bir birey olduğunuzun kanıtıdır.

Bütün bu yazdıklarım istisna harici şeyler. İlk görüşte aşkın yanı sıra, zamanla birbirlerini tanıyan aklı başında insanlarda bu dengenin farkına varıp en az zarar verecek şekilde yollarını ayırırlar. Ama yukarıda bahsettiklerim içinse dayanılmaz bir sıkıntıdan öteye gidemez.

William Shakespeare ne güzel söylemiş.. “Ölümden önce söylenen aşk cennete akar. Cehennemde olsan bile bulur seni ve ölümcül alevlerin içinde serinletir ruhunu.” Cinsel tercihleri açısından aynı seçimleri paylaşmıyorum ama görüldüğü gibi sevgi her yerde sevgi. Ne güzel; adam ölürken bile sevgiye olan inancını kaybetmeyeceğini biliyormuş. Biz ise günümüzde sadece yiyişelim ve bırakalım birbirimizi..
OSMAN ÇELİK

www.twitter.com/ocelik7

16 Ağustos 2014 Cumartesi

"UNDER THE DOME" İLE İLGİLİ


NOT: Spoiler içermez..

"Under The Dome" dizisi, yaz mevsimi yayınlanan bir yapıt olmasaydı kesinlikle şans vermez ve izlemezdim. Yazın "Teen Wolf" ve "Under The Dome" dışında izlenecek pek bir şey yok. Bu diziyi zaten ayakta tutan tek şey yazın yayınlanıyor olması. Birçok dizi bitmemiş ya da sezon arası vermemiş olsaydı şu an ki ratinglere ulaşması mucize olurdu.. Koskoca bir ilk sezon tam 13 bölüm, ardından ikinci sezon onayı ve şu ana dek yayınlanmış 7 bölüm. Tam 20 bölümdür çok sığ bir konu işleniyor.

İlk defa şu an izlemekte olduğum 2. sezon 7. bölümde izleyiciyi şaşırtacak bir şekilde dizide bir ilerleme mevcut. Ben tabi ki bu işi bilenler kadar iyi yorumlayamam ancak bir izleyici olarak senaristleri eleştirmem elbette doğal bir davranış. Günümüzde birçok eser var kitaptan ekranlara taşınan. Mesela “The Vampire Diaries” ekibi L.J. Smith’in orijinal metnini başarıyla değiştirip ortaya bence L.J. Smith’in kitaplarından daha da iyi bir iş çıkarıyorlar. Under The Dome, Stephen King’e ait bir roman. Stephen King’in orijinal eserini değiştirmek elbette bir nevi saygısızlık sayılabilir ancak en azından “Sherlock Holmes” gibi ya da “The Walking Dead”in ilk sezonu gibi, mini bir diziye çevrilebilirdi. Ekranda bir şeyler olmasını beklemek için 20 bölümü içine alan yaklaşık 2 sene gibi bir zaman dilimine, izleyiciyi katlandırmak zorunda değillerdi.

Alcatraz, Dracula, Flash Forward, Camelot vb. birçok yapıt, çok fazla paralar harcanarak ilk sezonlarına kavuşan ve anında biten diziler. Yukarıda adını verdiğim 4 dizide drama yönünden şu an ki ekranlarda olan Under The Dome’dan eksik kalır bir yöne sahip değiller. Onların şanssızlıkları kış dönemi yayınlanmış olmaları ve istenen ratinge ulaşamamaları.

Amerikan TV endüstrisine son 10 yıldır hayranım. Biz izleyenleri unutulmaz, efsanevi eserlerle buluşturdular. Çoğu yapıt hayatımıza çok şey kattı, ders verdi, geçmiş güzel yılları anımsattı ve birçok duyguyu hissettirdiler. Henüz 2. sezon 7. bölümde güzel bir şeyler olmaya başlayan Under The Dome umarım Amerikan TV endüstrisinin yeni kurbanı olmaz. Eğer şimdiki gibi ilerlemeye devam ederse ve yayınlandığı kanaldan yeni sezon onayı alamazsa çok yazık olur.

Henüz diziye başlamamış olanlara önerim; eğer hatırı sayılır bir sabır sahibiyseniz diziyi izleyebilirsiniz. Zira 1. sezonun pilot bölümü haricinde tüm bölümlere katlanılabilirlik hissini sağlayan, ilk iki Twilight filminden hatırladığımız Rachelle Lefevre ve Mike Vogel’ın üstün oyunculuk performansları. Bunların dışında konu çok sığ bir şekilde ilerliyor. 2. sezon birazcık daha sabırla izleyiciyi keyif alabileceği ve heyecanlanabileceği noktalara getiriyor.

İyi seyirler..

OSMAN ÇELİK
www.twitter.com/ocelik7

8 Ağustos 2014 Cuma

AYRILIK VE YÜKSELİŞ

İnsan hayatında bazı anlar vardır; o anlar insanın bittiği, hiçbir şey hissetmediği, duyularının yok olduğu ve bu yok oluşların haftalar, aylar, belki de peşi sıra yıllar süreceği anlardır. Flört dediğimiz güzel duyguyu yaşamak; gençliğin özgürlük coşkusu, sevmek, öpmek, sevişmek, maddi ve manevi her şeyi paylaşmak, birlikte kahvaltı yapmak, beraber uyumak ve tatile çıkmak. Kısaca bütün bunları ve fazlasını yaşayarak, yıllara dayanan bir ilişkiyle hayata atılmak; her çift gibi o kıymetli mutluluğu, yani evliliği yaşamak Dünya’nın en özel duygusudur. Tabi az önce sıraladığım duyguları sonuna kadar yaşayarak paylaşan insanlar için. Bu insanların mutlulukları, ömürlerince kopmaz bir şekilde sürer. Birbirini seven evli çiftin, eşiyle kendisinin birer parçası olan çocuklarının ve bu değerlerle bahşedilen hayatlarının kıymetini bilen insanlar, son nefeslerine kadar sevgilerini ilk günkü gibi yaşarlar. Öne sürdüğüm bu hipotez, sadece kendi kurgumdan ibaret değil. Okuduğum tüm best seller’lar da veya izlediğim her ödül sahibi duygusal filmler de anlatılan konular, tüm insanlar için bu kuramın doğru olduğunu kanıtlamaz. Emin olmasaydım eğer, anne ve babası yıllardır ayrı olan bir birey olarak, bu yazıyı yazmaya yanaşmazdım sanırım. Ancak kitaplar ya da filmler değil benim bu sonuçtan emin olmamı sağlayan unsur. Bizzat çevremde görüp, örnek aldığım insanlar. Ne yazık ki, gerçek aşk gerçekten var. Daha da yazık ki, onun bir gün, yukarıda bahsettiğim tüm duygular yaşanmadan veya yaşanırken bitme olasılığı var.

Bu noktaya gelene kadar birinci kısmı başarıyla geçip, ikinci kısımda sonsuz hayal kırıklığına uğrayan insanlar vardır. Bu yazımda biraz onlar için hayatın ne ifade ettiğini, bu çıkmazın ne denli zarar verici olduğunu, bizzat tecrübelerimle yaşamış olarak betimlemeye çalışacağım.

Bazı insanların içinde, sevgiye ve gerçek aşk’a yönelik çok büyük bir güçlü his vardır. Bu bağ üzerine kurarlar hayatlarını, yaşamımda tam bu noktadayken tek düşüncem, sadece hak etmediğim bir son yaşadığım için çektiğim eziklik ve pişmanlık duygusu değil; o üstün, pırlanta gibi bir kalbe sahip olan hayatımın insanının gerçek kişiliğini kaybetmesinden ötürü bana vermiş olduğu evrensel  zarardı.

Gerçek aşk nedir? Tanımı yapılamaz, çünkü bunun için sayısız tanımlamalar ve güzellikler vardır. Her şeyin bir gün mutlaka bir yerlerde sonu olduğu ise, yeryüzünün değişmesi mümkün olmayan en temel gerçeklerinden biridir. Asıl kutsal olan gerçek aşk değildir. Çünkü zamanı gelince o zaten biter. Doğal sebeplerden dolayı bitmeyip, tek tarafın özgür iradesiyle aldığı karardan ötürü biterse ve karşı taraf güçlü bir acı çekip, bu acıdan kurtulmayı başarırsa, ayakta kalabilirse asıl kutsallığı yaşar. Gerçek aşkın kutsallığından daha da kutsal bir yaşam olayıdır bu. Hayatta bazı şeyler değişir ama insanların kötülüğü yaşar durur. Acısı hep içinizde bir yerde kalır ve unutamazsınız. Üstüne ileride daha da mutlu olursunuz belki, ama geçmiş hep içinizdedir. Duygusal yıkımların üstesinden gelebilirsiniz, ama yüz yüze yaşadığınız için onları unutamazsınız.

Sanat hayatımızın olmazsa olmazıdır. Aşk üzerine, sevgi üzerine, özlemek üzerine, hatta ölüm üzerine bile sanat yapılabilir. Tiyatro, sinema, şiir, anlatı, öykü, roman ve hatta şu anda okuduğunuz bu deneme gibi. Ayrılık ise hepsinden farklıdır. Çünkü bir yerlerde, bir parçanızın nefes aldığını bilirsiniz ve ona ulaşamazsınız. Bu ise sanat yapmak için son derece acı bir konudur. Ama senarist, besteci ya da yazar yapamaz. İçinde kapalı tutamaz. Psikolojik bir savaştan sağ çıkmaya çalışırlar. Senarist oturur sahneleyeceği oyunu yazar. Yazar oturur kitabını yazar. Besteci de şarkılarını yazar. O kadar can alıcı sözler ve diyaloglar yazarlar ki, hitap ettikleri kitle çok etkilenir. Günümüzde Dream Theater’dan John Petrucci’yi, ya da Anathema’dan Vincent Cavanagh’ı, bu tür sanatçı müzisyenlere örnek verebiliriz. Onların şarkılarını severek dinlerim her zaman. Müziği hayatları gibi benimseyerek dinleyen diğer fan.lar ise, onların bu çöküntüler sonrasında yaptıkları görsel ve işitsel şaheserleri, konserlerinde ve müzik sistemlerinde bayılarak dinleyip eşlik ederler. Ben John ve Vince’i çok iyi anlıyorum. Belki onların ki gibi değil yaşadıklarım ama onlar gibi, hayatımda ki bir çok şeyden vazgeçmeye hazırdım, duygusal mutluluğumun sürebilmesi için.

Sonuç olarak, yaşamınızı paylaşacağınıza inandığınız, her yönüyle sizin ikiziniz olan karşı cins, sizi terk ettiğinde, yaşamınıza kaldığınız yerden devam edebiliyorsanız şanslısınızdır. İnsanoğlunun bunu yapma gücü vardır. En kötü ihtimalle ‘’0’’ (yazıyla, sıfır) noktasındaysanız da; yani ayakta kalamıyorsunuz ama düşmüyorsunuz. O zaman bile şanslınızdır. En azından tam anlamıyla ayakta kalmak için mücadelenizi sürdürüyorsunuzdur ve bunun sonucunu olumlu yönde bir gün mutlaka görürsünüz. Ama düşüyorsanız, yaşamdan hiç zevk almıyorsanız, yaptığınız hiçbir şey eskisi gibi bir anlam ifade etmiyorsa ve bu süre uzun zamanları bulursa; o zaman başınız dertte demektir.

Ayrılık acısının benim için ifade ettiği, kalbime ve aklıma yansıttığı duyguları, hisleri tasvir etmeye çalıştım. Umarım içinde yaşadığımız Dünya’da hiçbir insanın başına bu gelmez. Son olarak, İsveç’li heavy metal grubu ‘’Hammerfall’’ un solisti Joacim Cans’tan özlü bir söz:

‘’Hayatta hiçbir şey sonsuza kadar dayanamaz, fakat yaptığımız hiçbir iş boşa değildir.’’



                                                                                                 OSMAN ÇELİK

                                                                           www.twitter.com/ocelik7

GÖZÜ YAŞLI BİR VALS

Rüstem tek başına sürdürdüğü basit hayatını, her zaman sevdiği şeyleri yapmak için yaşayan sıradan bir insan olarak geçirmeye devam ediyordu...